hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Duran Zaman - 3


Hikayenin devamı:

Altan az önce titreyerek kendini belli eden telefonu komidinin üzerinden aldı. Mesaj Jena'dan geliyordu. Bir çırpıda okudu. "İyilik için kullanmayacaksan gücü istememelisin" yazıyordu gelen mesajda.

Bir süredir kafası oldukça karışık olan Altan, bu mesajın ardından üzerinde günlerce düşündü. Sahip olduğu bu beceri onu eskisinden daha farklı yapıyordu. İster istemez geçmişte kendisine zararı dokunmuş insanlara zarar vermek için yaptığı planlardan böylece vazgeçti. Ancak kötülük yapmaktan vazgeçmek bir aşama olsa da, iyilik yapmaya başlamak için daha çok çabalaması gerekiyordu. Çabaladı da.

Yıllar böyle geçti. Gücünü iyilikler adına kullandı. Bir vakıf kurarak adını "Duran Zaman Vakfı" yaptı. Böylece daha iyi yaşam kalitesi sağlamak ve daha iyi eğitimi geniş kitlelere yaymak için etkili bir güç yönetimini sağladı. Zamanla diğer yetenekli dostlarından ve tabi Jena'dan da yardım gördü.

Yıllar Altan'a vermenin almaktan daha keyifli ve mutluluk verici olduğunu öğretti. 50'li yaşlarına geldiğinde kurduğu vakıf kendi ayakları üzerinde durabilen ve gelir kaynakları tükenmeyecek kadar sağlam bir hal almıştı bile. Artık iyiliğin güçlü bir kaynağı daha vardı dünyada.

52. doğum gününden birkaç ay geçmişti ki, zaman katmanında yaptığı gezintilerden biri sırasında sırtından sol koluna doğru yayılan ve sonra da göğsüne akan bir basınç sonrasında kendini yere buldu. "Ölüyor muyum, ama zaman duruyor. Ben durdurduğuma göre bundan böyle zaman hep duracak mı?" diye düşündükten hemen sonra hiç bir şey yapamadan kendinden geçti. Gençken geçirdiği boğaz enfeksiyonunun zarar verdiği kalbi, daha fazla çalışamamıştı.

Onu bir daha gören olmadı. Ne normal insanlar, ne de kendisi gibi zamanı durdurabilenler. Geçtiği katmanda zaman kendisi için dursa da diğerleri bunu fark etmeden normal zaman akışlarına devam ediyorlardı. Belki de zaman hiç durmamıştı. Belki de zaman hiç olmamıştı...

SON!

30 Temmuz 2015 Perşembe

Duran Zaman - 2


Hikayenin devamı:

Altan ve Jena alışveriş merkezinde içeceklerini alıp bir masaya oturdular. Bir süre ne diyeceklerini bilmez bir şekilde öylece kaldılar. Hani zaman durmuş gibi olur da, öyle kalakalır insan. İşte tam böyle bir an. Ancak her ikisi de benzer anlar üzerine pek çok deneyime sahiptiler. Altan çekingence, "benim gibi bir başkasının da zamanı durdurabileceğini bilmiyordum" diye kekeledi uzun süredir kullanmadığı için hafif paslamış İngilizcesiyle.

Jena, buz mavisi gözleriyle Altan'ın gözlerine delercesine bakarken yaslandığı sandalyeden doğrulup, kollarını masaya dayadı. "Aslında zaman diye bir şey var olmayabilir biliyor musun? Bana kalırsa başımızdan geçen sarsıcı bir deneyim, bizdeki anomaliyi tetiklemiş olmalı. Ben tam bir araç bana çarpacakken ilk deneyimimi yaşadım. Belki de yaşadığımız boyutun dışında kısa süreli istisnalara neden oluyoruz. Ancak bunu aynı anda ve aynı mekanda yaşayıp da birbirimizi fark edebilmemiz sence milyarda kaçlık bir ihtimal olabilir?" dedi ve sandalyesine doğru yaslanırken masadaki soğuk kahvesini çevik bir hareketle kapıp dudaklarına götürdü.

Ne iş yapıyorsun? Teorik fizikçi falan mısın? diye güldü Altan. Jena, daha çok belgesel izlemelisin tatlım, diye alaycı bir sesle gülerek karşılık verdi. Sana bizim gibi başkaları da var, desem inanır mısın? Başlarda "neden ben?" diye sorup duruyordum kendime ama garip bir şekilde diğerleri ile aynı seninle olduğu gibi karşılaşmaya başlayınca kanıksadım durumu. 17 yıldır bizim gibi çok kişi karşıma çıktı. Kimi sorularıma cevap da oldular ama bu hep yeni sorular sormama neden olmaktan başka bir işe yaramadı bu durum. Ha, bir de "neden ben?" diye sormuyorum artık. Bu belki iyidir ama "neden?" sorusu boşlukta asılı bir pinyata gibi dönüp duruyor ve ne yazık ki ona vurup, içindekileri ortalığa saçacak bir sopam yok.

17 yıl mı? diye düşündü Altan. Kahretsin, bu çatlak benden çok daha gençken başlamış zamanla dans etmeye!

Bak Altan, düşünüyorsun şu anda mesela, düşüncelerimiz zamandan bağımsızdır. Çok kısa sürede çok fazla şey düşünebiliriz. Düşünmek aslında bir anlamda zamanla bağımızı kesebilen deneyimdir. Üstelik bunu herkes yapabilir. Bizim gibi olmaya da gerek yok. Rüyalar da benzer deneyim yaşamamıza neden olur. Belki de zaman algısını çarpıtabilmek ya da boyutta bir istisnaya sebep olmak o kadar da zor bir durum değildir. Zaman, onu bu şekilde algılamaya alışık olduğumuz için bize Schrödinger'in kedisi muamelesi yapıyor olamaz mı? Bir düşün istersen. dedikten sonra çevik bir hareketle oturduğu yerden kalktı ve "Görüşmek üzere!" dedi.

Altan dinlediği sözlerin etkisiyle sersemlemiş bir durumdayken, Jena gözlerinin önünde patlamış bir su balonu gibi yok oldu.

Altan, "Schrödinger'in kedisi" diye mırıldandı. Yüzünde muzip bir gülümsemeyle, demek başkaları da var, diye düşünürken sırtını yaslayıp, yüksek tavandaki havalandırma kanallarında iz yapmış tozlara ne olduklarını fark etmeden baktı. Başını indirdiğinde kahve tabağının yanındaki küçük turuncu not kağıdını fark etti Altan. Notta: Gitmem gerek, kusura bakma, bana +27 609 370 2644 numaralı telefondan ulaşabilirsin, yazıyordu.

Hikayenin son bölümünü okuyun.


28 Temmuz 2015 Salı

Duran Zaman - 1


Her şey 1997 yılında başladı. Tüm gariplikler üzerine çarpan taş ile çatlayan otomobil camının üzerindeki çatlak gibi yavaş yavaş ilerledi. Kimi yerde dallara ayrılarak. Yavaş ama camın köşesine gelene kadar durmayan bir kırık ağı.

21 yaşından birkaç ay almıştı Altan. Atletik yapılı, yakışıklı sayılabilecek bir delikanlıydı. Yüzüne baktığınızda bildiğiniz birilerini andıracak kadar tanıdık ama bir o kadar da sıradan.

O gün, uykusunu alamadan erkenden kalktığı için mahmurdu. Karşıdan karşıya geçerken hızla gelen minibüsü fark etmedi. Yazın o sıcak gününde cayırdayarak kilitlenen tekerleklerine rağmen ancak yanından kıl payı geçtikten sonra durabildi koca araç. Üzerinden şaşkınlığı atamadan minibüsün şoförü yanında bitmişti. "Lan hayvan, yola baksana, ezilip adamdan sayılacaksın sabah sabah" sözü adrenalin dolmuş bünyesine şok etkisi yapmıştı. Şoföre şöyle okkalı bir yumruk sallaması ise sadece bir an sürdü. Yere yuvarlanan adam gırtlağından gelen garip bir hırıltı ile ayağa kalktığında elindeki sivri uçlu krom parçası sabah güneşinden gelen ışıkla garip bir pırıltı saçıyordu. Adam bıçağı Altan'ın böğrüne doğru sallarken bir an sonra her şey bitecekmiş gibiydi. Havada asılı kalan bıçak, birazdan ete saplanıp kemiğe kadar durmadan ilerleyecekti. Daha sonra da iç organlarda şiddetli bir kanamaya yol açıp Altan'ın yaşamına son verecekti ama zaman geçmek bilmiyor gibiydi. Aslında tam olarak her şey durmuştu sanki. Altan 30 saniye kadar bekledikten sonra şaşkınlığını bir nebze olsun attı. Karşısındaki öfkeli adam 3. sınıf düşük bütçeli bilim kurgu filmlerdeki gibi donup kalmıştı. Arkasını dönüp hızla kaçacakken dolmuştan inmiş ve olayı izleyen müşterilerden birine çarptı. Altan bir insana değil de asfalt kaplamaya sıkıca çakılmış dev bir kazığa çarpmış gibi sarsılıp, sırt üstü yere kapaklandı.

Sersemlemiş de olsa, yerinden kalkıp, yakındaki binaların arasındaki dar, gölgeli sokağa doğru 250 metre kadar koştu. Sokağa girdiğinde nefes nefese kalmış, nereye gidebileceğine karar vermeye çalışıyordu. Biraz sonra soluk alıp vermek daha da zorlaştı ve olduğu yere yığıldı kaldı. Son hatırladığı, çevredeki herkesin ve araçların oldukları yerde durduğu ve tık nefesinden başka hiç bir sesin duyulmuyor olduğuydu. Kendine geldiğinde ise her şey normale dönmüş, az önce tartıştığı dolmuşun şoförü aracına binip uzaklaşmıştı bile.

İşte Altan zamanı durdurabildiğini böyle fark etmişti.

İlerleyen günlerde, istediği anda donup kalabildiğini, kendisini çevreleyen ve onunla hareket eden bir alan içerisinde hareket edebildiğini ancak, bu anlarda yerdeki bir kuş tüyünü bile değil hareket ettirmek bir yana, en hafif maddenin bile inanılmaz bir kütleye sahip gibi davrandığını fark etmişti. Sadece, kendi çevresindeki görünmez dar alanın içerisinde bulunan maddeler normal zamandaki gibi davranıyordu. Görünmez alan içerisindeki temiz hava solunamaz hale kadar gelene kadar yaklaşık 3,5 dakika bu durum devam edebiliyordu. Bir balık adam tüpü ile bu sınırı geçme denemesi bile yaptı. Ancak çevresindeki alan içerisindeki hava belli bir yere kadar sıkışabildiğinden iç basınç tehlikeli bir şekilde artıyor, uzun süre tüple solumaya imkan tanımıyordu. Zamanı durdurmadan önce eline aldığı bir madde koruyucu alanının içerisinde kalıyordu. An durduğunda hiç bir şeyi eline alıp, bırakamıyordu. Böylece sınırlı da olsa birkaç şeyi çalıp kaçması mümkün olabiliyordu. Sınırlı ama işlevsel bir durumdu kısacası. Zamanı durdurduğunda, çokça yorulduğunu hissediyordu. Yeniden durdurmaya çalıştığında ise ancak bir saat kadar sonra bunu yeniden başarabiliyordu. Ancak insan çözüm üretmek için düşündüğünde ve sınırlarını da iyi tanıdığında durdurulamaz hale gelir.

Bu yeteneği sayesinde yıllar boyunca dünyayı gezdi Altan. Biletleri ayarlamak ve para bulmak hiç de zor olmuyordu onun için. Ta ki, 2013'de güzel Jena'ya rastladığı güne kadar. Jena, Altan ile aynı yeteneğe sahip 35 yaşlarında bir Güney Afrikalı'ydı. Antalya'da karşılaştılar. Birbirlerini fark etmek kolay oldu. Kalabalık bir alışveriş merkezinde donmuş zamana karşın aynı anda hareket eden iki kişiydiler. Kader onları bir araya getirmişti işte.

Devamını okumak için tıklayın.

4 Aralık 2013 Çarşamba

Tapınakta Bir Gece Rüyası


90'larındaki adam, dağın düzlüğünün kıyısına kadar sağlam adımlarla geldi. Sağ elinde taşıdığı yaklaşık 1,5 metrelik  kalınca sopayı yere dayayıp, iki eliyle tepesini tutup üzerine hafifçe yüklendi. Bu tahta parçası, bir sopaya ihtiyacı olduğundan değil ama kendinden öncekilerden kalma bir gelenek olduğu için yanındaydı.

Gecenin karanlığında uzaklara doğru baktı. Mabetteki alçak gönüllü odasından buraya kadar yaptığı kısa yürüyüş aslında zaman zaman geçmişe yaptığı yolculuklardan biriydi. Uzaklara bakarken, gerçekte gözlerinin önünden geçen hayaller, iç dünyasında geçmişte kalanlara bir tür kavuşma töreni gibiydi.

Anne ve babası onu neredeyse ömürlerinin ortasında dünyaya getirmişlerdi. Babası, 50'lerinde annesi ise 42 yaşındaydı dünyaya geldiğinde. Her ikisi de 100 yaşını devirmeden bu dünyadan göçmemişlerdi. Yani o buralara geldikten yıllar sonra bu dünyadan gitmişlerdi.

90 yılı devirmiş olsa da hala dinçti. 1,80 civarındaki boyu biraz kısalmış olsa da hala dimdik durup güçlü adımlar atabiliyordu. Kafası ise belki de buraya geldiği 40'lı yaşlarından çok daha berrak ve hızlı çalışıyordu. Aile mirası genleri, dingin hayat, kendinle barışıklık ve kendini ve başkalarını affetmeyi öğrenmesi sayesinde sadece 90'lı yaşlarına sağlıklı ulaşmamış, aynı zamanda tapınaktaki en yaşlı ve bilge kişi de oluvermişti.

Güya modern dünyadan gelip, dünyanın bir ucundaki tapınakda geçen yıllardan sonra, huzuru kendi içinde bulmuş olmak garip gelse de, buna alışalı yıllar olmuştu. Bazen, geride bıraktığı yaşamında pekala aynı huzuru ve içsel barışı bulmaması için bir neden olmadığını düşünse de nasıl gerçekleştiğinden çok, bu duruma gelmek önemli olduğundan üzerinde fazla düşünmezdi.

Eski yaşantısında bir gün barda sohbet ettikleri dostu, modern dünyanın çekişmesi içerisinde edindikleri düşmanlar için bir söz etmişti. "Yeterince uzun yaşarsan, tüm düşmanlarının ölümünü görürsün". Onu geçmiş yaşamından kopartan işte bu söz olmuştu. Düşmanların ölmesini beklemek için çok yaşamak pratikte bir çözümdü belki ancak, hiç düşmanlarının olmaması çok daha iyi olmaz mıydı?

Kararını verip ardından, bu tapınağa vardığında o kadar yol gelmiş olmasına rağmen asıl yolculuğun yeni başladığını görmesi fazla zamanını almamıştı. Kendini tanımak yolculuğu.

İşin asıl komik yanı, ilerlemiş yaşı nedeniyle o sözü söyleyen de dahil, pek çok dostu ve düşmanı artık gerçekten dünyadan göçmüşlerdi. Ama yıllarca süren arınması sırasında asıl önemli olan, hiç düşman edinmemek olduğunu öğrenmesiydi. Mücadele içerisinde geçen amaçsız hayatlar yıpranmayı kaçınılmaz kılıyordu. Gelişme ve değişme kaçınılmazdı. Bunlara ayak uydurmak ve gelişip daha iyiye ulaşmak da öyle. Ancak tadı kaçan, amaçsız birbirini yeme ve kaçınılmaz düşmanlıklar o kadar da anlamlı değildi. İlerleyen yıllardaysa zaten dost ve düşman, iyi ve kötünün aynı bulmacanın parçaları olduğunu da kavramıştı.

Uzun yaşamak, üstelik de bunu sağlıklı olarak yapmak güzeldi. Ancak kendi dinginliğini uzaklarda ararken, yine kendinde bulmak çok daha şaşırtıcı ve güzel olmuştu. Bu düşünceler içerisinde kim bilir kaç saatin geçtiğini anlamamıştı bile. Günün ilk ışıklarının belirtilerini gören adam doğruldu. Kalınca sopasını bu defa kaldırıp omzuna koydu. Keyifle, odasının yolunu tuttu.

Yeterince uzun yaşamış, düşmanlarını geride bırakmıştı. Zaten, artık bunların bir önemi de kalmamıştı. Huzurlu bir şekilde tapınağın kapısından girip, gölgeler arasında gözden kayboldu.

3 Ekim 2013 Perşembe

Arayış Yolculuğu


Bazen hepimiz arayış içerisine gireriz. Tarihin yazılmadığı bir dönemde yaşamış bir adamın öyküsünü anlatacağım sizlere. Bir soru üzerine arayışa giren ve beklemediği bir yanıtı kendi düşünceleri içerisinde bulan bir adam. Onun bu arayış yolculuğuna, siz de eşlik etmek ister misiniz?
Yolun neredeyse yarısına gelmişti adam. Ayağındaki sandaletler artık parçalanmak üzere olduğundan adımları ister istemez yavaşlıyor ama merakı durmasını engelliyordu. Kurt kırması köpekleri de dillerini sarkıtmaya başlamış olsalar da yanından ayrılmıyorlardı. Yine de soluklanmak için, gördüğü yaban eriği ağacının altına oturdu. Elinin eriştiği daldan bir iki meyve kopartıp ağzına attı. Sert kabuklu meyveyi ağzında parçalarken yüzü buruştu. Neredeyse meyvenin kendisi kadar olan çekirdeğini tükürdü. Çantasından çıkardığı kuru balık parçalarını masum masum yüzüne bakan köpeklerine fırlattı. Bir yandan da yolculuğa çıkış nedenini düşünüyordu. Onu buraya kadar getiren o derin mağarada karşılaşabileceği korkunç canlılar hakkında anlatılan hikayeler içini ürpertti. Neyse ki köpekler dışarıda yırtıcılardan ve diğer kötü insanlardan onu korudukları gibi mağarada da eşlik edeceklerdi. Yere dayadığı sopasının tepesinden iki eli ile birden tutarken, kafasını da sopaya dayadı ve düşüncelere daldı.

Hayatı yollarda geçse de, zaman zaman kent devletlerinin koruyucu kalabalığına sığınırdı. Derme çatma da olsa kurulan pazarlarda yol boyunca bulduğu değerli taş, maden parçalarını ihtiyaçlarını almak için kullanırdı. Kimi zaman da kamp yeri çevresinde avladığı hayvanların postlarını ve tütsülenmiş kuru etlerini başka giyecek ve yiyecekler için değiş tokuşa ederdi. İnsanları fazlasıyla tehlikeli, köpeklerini ise çok daha güvenilir bulurdu. Zaten bu yüzden yalnızdı ya. Ancak bir gün deniz kenarındaki bir kent devletine yaptığı 3. ziyarette onunla karşılaştığında hayatının değişebileceğinden haberi bile yoktu.

Adam ellilerinde bir düşünürdü. Çevresindeki gençlere, hikayeler anlatıp, hayat dersleri veren bir öğretmen edası vardı. "Neden?" diyordu. "Neden biz varız? Tanrılar bizi neden ortaya çıkardılar? Başka işleri yoktu da, ne diye insanı yaptılar? Ya çevremizdeki diğer canlılar? Sadece eğlence olsun diye hayvanları, bitkileri bu kadar çok çeşitte yapmak tanrılar için bile sıkıcı değil mi? Şöyle bir saydım en az 50 çeşit hayvan türü var hemen şehrin yakın çevresinde." Düşünürü dinlerken, daldı adam, davudi sesi giderek boğuklaşmaya ve uzaklaşmaya başladı. Ama bir sözü hala kulaklarında yankılanıyordu. "Neden?" 

Dersten sonra kır uzun sakallı adama yaklaştı. "Neden sorusunun cevabını nasıl bulabilirim? diye sordu. Yabancı adamın bu beklenmedik merakı karşısında gözlerini şaşkın bir ifadeyle kocaman açtı düşünür. Yutkundu ve ardından, "Önce kendini bulmalısın" dedi. "Aradığın cevap da orada olacak". Adam düşünüre "Peki nasıl bulacağım?" diye sordu. "Bunu söylemek zor" dedi yaşlı adam. "Ancak aynı yere çıkan pek çok farklı yolu var. Herkes, farklı şekilde ulaşır "kendine", belki böyle bir deniz kenarında, yıllarca beni dinlemen gerekir, belki de dağlarda bir mağarada bulursun cevabını ama önce kendi içinde ara kendini".

Yıllarca bir yere bağlı kalmaktansa o dağdaki mağarayı yeğlemişti. Hem ne olacaktı ki, zaten dolaşıyordu, varsın bu defa hedefi bir dağın tepesindeki mağara olsun. Günler ve geceler süren yolculuğunda hep içinden "neden?" sorusunu geçirdi ve düşündü. Neden, "neden" diye düşünebiliyordu? Neden, diğerleri gibi yaşayıp gitmiyor ve mutlu olamıyordu. Hayat neydi? Sonra ne olacaktı? Tanrılar gibi sonsuz bir hayatı tadacak mıydı? Söylenceler gibi, yok olup gidecek miydi? Ölümsüzlüğün sırrı neydi? 

Yolda bir başka kent devletinin içinden geçerken, sarışın bir adam ve karısının yanlarında yürüyen küçük çocuğa takılmıştı gözü. Çocuk köpeklerini severken ana ve babasına olan benzerliği dikkatini çekmişti. Sanki ikisinin tüm özelliklerini taşıyordu küçük sevimli şey. O resim zaman zaman olduğu gibi yine gözünün önüne geldi. "Ben de annem ve babama benziyor muyum acaba?" diye bir an geçirdi içinden yerden doğrulduğu sırada.

Günler birbirini kovalamış ve hedefine varmıştı. Dağın tepesinde mağaranın girişini kontrol etti. Köpekler de huzursuzlanmadı. Anlaşılan, mağaranın yırtıcı sakinleri yoktu. Yağ meşalesini biraz uğraşarak da olsa taşlarını birbirine çarpa çarpa tutuşturmayı başardı. Mağara derinlere gidiyor, duvarlarında tutunmuş yarasalar onun ve köpeklerin varlığından rahatsız oldukça uçuşuyorlardı. O ise akan suyun sesini takip ederek mağaranın derinliklerinde ne olduğunu bilmediği değerli şeyi aramak için inmeyi sürdürdü. Uygun yeri bulup, bir ateş yaktı dinlenmek için. İçi ısınan köpekler neşeyle ateşin etrafında koşturup oynaşırlarken, elindeki meşaleyle su birikintisine yaklaştı. Tam uzanıp bir yudum içecekti ki, suyun içinden kendisine doğru yaklaşan silueti görüp irkildi. Sonra kendi yansımasını fark edip yeniden yaklaştı ve yüzünü incelemeye başladı. Anneme ve babama mı benziyorum? Sarışın küçük çocuk geldi. gözlerinin önüne. Anne ve babasının ruhları o çocuktu. Kendisi de anne ve babasının ruhunun birleşimi miydi? Hiç görmediği anne ve babasını içinde hissetti o an. Ardından diğer atalarını. "Demek sır buymuş" dedi bağırarak. "Demek sır buymuş!" Köpekler yorulup oturdukları yerden ayağa kalkıp ulumaya başladılar sahiplerine eşlik için. 

Adam sarsılmıştı. Ölümsüzlüğün sırrı, ataların özelliklerini taşıyan torunlarda yaşamasıydı. Yani çocuklar ölümsüz olmanın anahtarıydı. Neden, sorusu ile başlayan yolculuğu bu defa bir cevap ile son bulmuştu. 

Kalktı ve köpekleriyle birlikte dış dünyanın hüzünlü ve zorlu ortamına doğru yola çıktı. Ölümsüzlük için yolu onu nereye ve kime götürecekti kim bilir?

27 Ağustos 2013 Salı

Geldiler...


10 sene önce, sadece 116 ışık yılı öteden ulaştığı belirlenen akıllı varlık belirtisi tüm gezegende merak ve heyecan dalgasının yayılmasına neden olmuştu.

Yıllardan beri yakınlarda ya da, uzaklarda akıllı bir canlı izine rastlamak için yapılan araştırmalar ilk defa dişe dokunur bir sonuç vermişti.

Yıllar geçtikçe aynı kaynaktan alınan sinyaller sayıca arttı ve kompleksleşti. Başlarda ne oldukları konusunda yapılan tartışmalar zamanla bilim çevrelerinin, sinyallerin anlaşılabilir dizilimlerden oluştuğunu çözmeleriyle sona erip, gelen sinyallerin ne olduğu üzerine yoğunlaşıldı. 10 yıl bir çırpıda geçti. Artık gelen sinyallerin akıllı canlıların haberleşmeleri olduğu konusunda kimsenin kuşkusu kalmamıştı.

Zaman içerisinde gelen sinyallerin 26 harf ve 10 sayıdan oluşan veri çorbası olduğunu çözen veri işleyici makineler yıllardır gelen sinyallerin şifresini çözmeyi başaramamıştı. Ancak rakamların işin içerisine girmiş olması matematik bilgisine sahip bu akıllı canlıları daha da ilginç bir hale getiriyordu.

Uzayda bilinmez bir noktaya yolculuk etmek için tüm nedenler yerlerine oturmuştu. Gölge birlikteliği gereken kaynakları ayırdı ve zaman-uzay katlayıcı köpük için gereken enerji hesapları yapıldı. Önce güneşin etrafında bir hızlanma ve arkasından sapan etkisiyle erişilecek değme noktası kaynak verilerin ulaştığı 126 ışık yılı uzaktaki akıllı canlıların bulunduğu yere erişim için yeterli olacaktı.

33 gölge bilim uzmanından oluşan ekip, hazırlıklar tamamlandığı anda yolculuklarına başladılar. Hedefleri Dünyamızdı.

Hızlı bir güneş turundan sonra fırlatıldıkları noktadan kolayca güneş sistemimizin yakın bir bölgesine düştüler. Dünyaya ulaşmaları ise bir kaç saatlerini aldı.

Değişik bir gezegen ile karşılaştılar. Sinyaller çıldırmış gibi artmıştı. Gezegenler arası 126 ışık yılı mesafe vardı. Dünyadaki akıllı canlıların bu kadar kısa bir süre içerisinde gösterdikleri gelişme olağanüstüydü.

Dünya yüzeyine ulaştıklarında bir kaç ay kadar akıllı canlıları aradılar.

Tüm çabalarına rağmen hiç bir sonuca ulaşamadılar. Sinyaller hiç olmadığı kadar güçlü olduğu halde bir tek hayat formu bile olmayan ya da bulunamayan bir gezegen.

Çok geçmeden içlerinden biri bilmeceyi çözdü.

Geldikleri gezegende var olan akıllı yaşam formları gölge uzmanların bildikleri alıştıkları boyuttan farklı bilinmeyen başka bir yerdeydi. Yani akıllı canlılarla aynı anda aynı yerde olsalar da birarada olamıyorlardı. Dolayısıyla varlıklarından emin de olsalar, bu akıllı canlılarla iletişim kurmaları ya da tek taraflı ulaşan sinyallerine cevap vermelerinin mümkün olmadığını, hatta onları ve yaşadıkları yeri, onlar gibi göremediklerini ve algılayamadıklarını kavramaları kısa sürdü. Farkındalık için gelinen 126 ışık yılı kadar yol ve beklenmedik bir karşılaşma.

Geldiler. Dünyadaki akıllı canlılar onları hiç fark etmedi.

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Yutardağ


Yanardağın öfkesi dinmiyordu.

Yer sarsıntıları, yığma binaları yerinden oynatıyor, kimi zaman ise şiddetli bir deprem ayakta zor duran bu ilkel yapıları tamamen yıkıveriyordu. Öylece bırakıyorlardı o yapıları altında kalanların mezarı oluyordu eski evleri.

Tanrılara adanmış tapınaklar bile zaman zaman şiddetli sarsıntılarda kısmen hasar görüyordu.

Kutsal adam durmadan dua ediyor ama bir türlü neden kızdığı belli olmayan yanardağın hiddeti sona ermiyordu.

Tapınakta tanrılara adanan en güzel yiyecekler eski zamanlardan bu yana onları korumuştu. Ancak artık hiç bir adak üzerlerine günlerdir yağan külleri durdurmuyordu. Toplu yakarışlar artık ayinlerin vazgeçilmezi haline gelmişti.

Kutsal adam kendisine malum olanı inananları ile paylaştı.

Adakları kraterin ağzına götürüp sunmak sorunlarını çözüp dağı sakinleştirecekti. Ama olmadı. Aksine daha bir hiddetlenen dağ günlerini de geceye çeviriyordu.

Kimsenin aklına oradan kaçıp gitmek gelmedi. Umutları olan kutsal adamın ne diyeceğini beklediler sadece. O ise kafasında duyduğu seslerin yorumunu yapmaya çalışıyordu sadece. "O'na ancak istediğini verdiğinde sizi bağışlayacak!". İyi ama ne istiyordu bu tanrılar?

Erzak, öteberi ile hiddeti sonlandırmak mümkün olmadı. Ona en güçlü besi hayvanını sunup kurtulmak makul bir seçenek gibi geliyordu. Denediler...

Bir kaç gün sonra ne sarsıntılardan ne de püsküren dumandan eser kalmadı. Sadece ince bir duman tütmeye devam ediyordu en tepedeki. Bu zaten alışık oldukları bir durumdu.

Böylece tanrıların nasıl memnun edileceğini kavradılar.

İzleyen yıllarda, belki de peşin adaklar ile olası tehlikelere karşı kendilerini güvende hissedeceklerdi.

Deneyimleyerek bu ritüelin tıkır tıkır işleyeceğine inandılar. Zamanla adaklar değişti. Kimi zaman başka bir değerli hayvanı sundular tanrıların dünyadaki gücünü temsil eden yüce dağa. Kimi zaman daha çok işe yarayan yeni yetme bir kız ya da oğlan çocuğunu. Birimizin kutsal bir amaçla yok olması, diğerlerinin yaşaması anlamına geliyorsa, bunun kabul edilebilirliği daha fazlaydı.

O bölgeyi terk edip, güvenli bir yere yerleşmeyi akıl etmek on binlerce yıllarına ve yok olup giden binlerce insanlarına mâl oldu. Bir kaç yüz yıl sonra ise geçmişlerini hatırlamıyorlardı bile. Ama her sene evlerini, hayvanlarını, dostlarını önüne katıp götüren sel felaketinin kim bilir hangi tanrının gazabı olduğunu düşünen bir kutsal adamları hep onlar adına en iyisini bulup çıkaracaktı nasıl olsa.

14 Ekim 2010 Perşembe

Trafikte Cinnet

İnsan, bazen neleri yapıp, neleri yapamayacağını öğreten ve benliğini sınırlayan eğitim sisteminin etkisiyle kendine yeni ve dar sınırlar belirler. Ancak belki bilinçaltı, belki de evren bunun farkındadır.

*** 

Necip'in keyfi, yeni girdiği iş nedeniyle Ankara'nın yoğun caddelerinde ve sokak aralarında oradan oraya direksiyon sallamak biraz yorsa da yerindeydi. Sonuç itibariyle eğitimi ve yılların birikimi boşa gitmişti ancak işsizliğin milyonlarca insanı vurduğu bir dönemde, üstelik ilerlemiş yaşına rağmen iş bulacak kadar şanslıydı işte. 

Sabahtan beri sürdüğü aracı ile yolda giderken, bir an aklına gece televizyonda izlediği Satürn Gezegeni hakkındaki belgesel geldi. Güneş sisteminin 2. büyük gezegeni. Akışkan bir yüzey ve bir o kadar da ilginç olan halkalar. Dünyadan iyi bir teleskop ile bakıldığında bile görülen buz parçacıklarının ağırlıkla içeriğini oluşturduğu o halkalar. Dev gezegen bütün ihtişamıyla neredeyse yanındaymışcasına gözlerinin önünden geçiverdi bir an. Ne kadar da güzel görünüyordu...


Çalan cep telefonu bir anda yeniden dünyaya dönmesine yol açtı. Tanımadığı ve telefonda kayıtlı olmayan numarayı görünce biraz tedirginlik, biraz da merak arasında gidip gelerek, aracı Konya yolu üzerinde bulunan ceplerden birine çekip, çağrıyı cevapladı. 

Telefondaki ses kibar yaşlı bir beyin sesiydi. Bir hafta önceki toplantıyı hatırlatıp, Özgen beye mesajını iletip iletemediğini soruyordu. Özür dileyerek kendisine henüz ulaşamamış olduğunu belirtti. Telefondaki ses "mümkünse Özgen beyin numarasını vermesini" rica edince, hiç düşünmeden, "tabi, bir saniye lütfen" deyip, telefonun rehberinden numarayı bulup söyledi. Yaşlı bey teşekkür edip telefonu kapattı.

"Adama ayıp oldu" diye düşünürken, bir yandan da aracı park ettiği cepten çıkmak üzere sola doğru hareket ettirdi. O sırada arkadan hızla gelen bir aracın şoförü biraz sıkıştığından kornaya sinirlice uzun uzun bastı.
Aklındaki düşünceler dağılırken, "kornaya basabiliyorsa durabilecek durumdadır nasılsa, neden bu kadar sinirlendi acaba bu adam" diye geçirdi.

Öndeki araç garip hareketler yapmaya ve yavaşlamaya başlayınca içinden "çattık yine bir deliye" diye geçirdi. Az sonra bir sıkışıklığın etkisiyle araçlar durunca, öndeki araçtan orta boylu, kel bir adam bağıra çağıra inip Necip'e doğru yürüdü. Camlar kapalı olduğundan mıdır bilinmez, sinirli adamın sesi kuyunun dibinden geliyor gibiydi. 

Sinirli adam, bir yanan elini kolunu deli gibi oraya buraya sallıyor, yuvalarından çıkacakmış gibi duran gözleri ile tehtitkar bakışlar atarak, Necip'e birşeyler söyleyip duruyordu.

Necip, sakince gözlerini kapattı. "Tek istediğim bu heriften kurtulmak ve yoluma gitmek" diye geçirdi içinden. Bir an için, gözleri kapandığında sanki olan her şey çok uzaklarda geçiyormuş gibi geldi. Orada ne kadar öylece gözleri kapalı durdu pek de farkına varmadı ama ne olursa olsun dış dünya ile yeniden yüzleşmesi gerektiğini düşünen Necip, gözlerini yavaşça araladı.

Adam ortalarda görünmüyordu. Aracı ise az önceki durduğu yerde çalışır durumda bekliyordu. Çevresini kolaçan etti, ancak adam ortalıkta görünmüyordu. Kafasını sallayıp "garip" diye düşündü. Daha sonra sola sinyal verip yoluna gitti. İşler onu bekliyordu.

***

Kel adam dikiş iğnesinin deliğinden geçen iplik gibi garip ve zamanı tanımsız, ancak uzun gelen bir anın ardından öfkesinin yerini korku almış bir halde kendine geldi. Müthiş bir ısı kaybının etkisiyle uzuvlarının tamamı özelliklerini kaybetmeden az önce gözlerinin önündeki dev gezegen ve halkalarına donuk ve şaşkın bir bakış atabildi.


   

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Takıldık kaldık elektronik postalara....

Görsel: Sonsuzluğun Eşiğinde
1890 Vincent Van Gogh

Apartmanda posta kutularının yanında orta yaşı yeni bitirip erken emeklilik dönemine girdiği her halinden anlaşılan bir adam sandalyesini çekmiş oturuyor. Sakalları iki üç günlük kirli gri bir çene bandı takmış gibi duruyor. Alnındaki kırışıkları da ekleyince olduğundan beş on yaş daha yaşlı görünüyor.

Biraz tedirgin bir şekilde etrafını süzüyor, bir yandan da çizgili pijamasının oturmaktan çıkmış dizlerine sağ elinin orta ve işaret parmaklarını sıra ile vuruyor, ama ritmik değil aksine biraz da istemsiz ve huzursuz bir tıkırdama. Arada sırada yerinden kalkıp kendi dairesine ait olan 7 numaralı posta kutusunu yaklaşık bir düzine anahtarın şangırdayarak sallandığı anahtarlığının içindeki en küçük anahtarı kavrayarak açıyor ve içini kontrol edip kapağını kapatıp kilidini tekrar kilitleyip yerine oturuyor.

Aynı şehirde bir başka apartmanın 8. katındaki bir dairenin kapısı açılıyor. Kapıdan sabahlığı üzerinde tavşanlı terlikleri ayağında, saçında bigudilerle 19 yaşlarında topluca, orta boylu bir genç kız asansör kapısına doğru seğirtiyor. Çağır düğmesine basarken kırılan tırnağını sinirli sinirli sallayıp, sonra da emiyor. Bir yandan da geciken asansör için hayıflanıyor. Katın alaca karanlığı, resim taramaya yeni başlamış bir fotokopi makinesinin ışığı gibi yukarı çıkan asansörün etkisiyle yavaş yavaş aydınlanıyor. Hışımla açtığı asansörün kapısından içeri dalan gençkız ardından kapının kapanmasını bile beklemeden zemin kat düğmesine basarken bir yandan da ofluyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıp kaybolan katları gözü ile takip ederken bir yandan da pofuduk tavşan terliklerinden sağ taraftakinin topuğuna basıp terliğinin yantarafını asansörün duvarına vurup duruyor. Birden zemin kata ulaşan asansör sert bir şekilde duruyor. Kapıyı elinin ayasıyla itip kendini dışarı atan kahramanımız sola doğru setirtip duvara adeta yapışık gibi duran eskimiş yüzlü metal posta kutularından kendisine ait olanı kullanılmaktan aşınmış anahtarıyla açıp içindekileri dışarı çıkartıveriyor.


Bir sürü fatura, bir süpermarketin kataloğu, lokantaların, sıhhi tesisatçının ve bir de böcek ilaç firmasının ilanları dikkatsiz bir kavrama nedeniyle yere saçılıveriyor. Her iki kahramanımız bu yukarıdaki anlattığım işi aynı gün içerisinde defalarca tekrarlıyor olsalar size biraz garip gelmez mi? İnsan ister istemez yukarıda anlatılan iki tipte, en azından takıntı düzeyinde bir bozukluk arar değil mi? Peki şimdi kendinizi düşünün elektronik postalarınızı aslında çok ta farklı olmayan bir yöntemle takip etmiyor musunuz? Üstelik gelen pek çok postanızda işinize yaramayacak bir çok çöp var. Hani söyle bir iki tanesi dostlarınızdan gelse dert değil. Gruplardan, spamcilerden, reklam gönderen düzgün firmalardan, faturalardan geçilmeyen posta kutunuzu 15 dakikada bir otomatik kontrol etmiyor musunuz gün boyu? Sanıyorum bu boyutu ile hayatımıza başka kötü alışkanlık eklediğimizin farkındasınızdır. Elektronik Posta Bağımlıları için bir terapi var mıdır bilmiyorum ama sanırım bu işin takıntı haline gelip gelmediğini anlamak için kendinize şunları sorabilirsiniz. Günde en az 2 kere hatta çok daha fazla e-posta kontrol ediyor musunuz? Tatilde bile ne yapıp edip elektronik postalarınıza göz atıyor musunuz? Yurt dışında bile olsanız illa bir hot spot veya internetcafe için zaman ayırıyor musunuz? Bilinen belli bir kalıcı hasarı olmasa bile bunun üzerine bir de sosyal ağların alışkanlığını da katacak olursak son derece ciddi bir zaman kaybınızın olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kaybettiğiniz zaman hayatınızdan gidiyor... Deli olmayın, bırakın posta kutunuz dolup taşsın, birileri sizi sosyal ağlarda dürtüp dursun. Hayatınızı yaşamayı unutmayın! Kalın sağlıcakla...

Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...