14 Eylül 2008 Pazar

Temiz Enerji

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) periyodik yayın organı İşveren'in bu ayki sayısında enerji konusuna ağırlık vermiş (bu yazı yayına girdiğinde basılı dergi elimdeydi ancak web sitesine konulması zaman aldığından webde henüz yer almıyordu). İyi de etmişler. Enerjiye gerekenden fazla ödediğimizden tutun da, kısa süre içerisinde yeni ve temiz enerji üretmeyi bir şekilde becermemiz gerektiğini hatırlatan pek çok ilginç makale ve görüş İşveren Dergisi Ağustos sayısında yer almış. Zamanınız olursa okumanızı tavsiye ederim. Gerçekten yeni dünya ekonomisinin etkisiyle eli para görmeye başlayan büyük nüfuslu ancak dünya ekonomisinden aynı ölçüde refah payı kapmayı başaramamış ülkeleri bu döngüyü kırmaya başladıkça durum giderek daha da zor olacak. Çin, Hindistan gibi dünya nüfusunun dev bir kısmını barıdıran ülkelerde ihracat yolu ile ülkeye giren paranın ekonomilerine yaptığı canlandırıcı etkinin kötü bir tarafı var. Çevre eskisinden çok daha büyük bir hızla kirleniyor. Trafiğe günden güne giren yeni araçlar, yerleşim birimlerinin ısıtılması gibi gerekler nedeniyle enerji ihtiyaçları durmadan artıyor. Enerji üretimi, ısıtma ve araçlarda kullanılan fosil yakıtlardaki miktar artışı dünyayı ciddi bir dar boğaz ile karşı karşıya bırakıyor. İkinci tehlike de fosil yakıt talebindeki artışın oluşturduğu şımarık arz durumu. Hani "elimi öpene satarım" yaklaşımını oluşturan durum nedeniyle petrol fiyatları durmadan yükseliyor ya, kasdedilen budur. Gerçi tek neden tabi ki talep artışı değil. Kontrolsüz fiyat yülselişinin ardında, borsa spekülatörleri, savaşlar ve en önemlisi kısa süre içinde kaynakların kuruyacağı ya da ekolojik bir çöküş yaşayacağımız ihtimali de rol oynuyor.
Peki ya temiz enerji, yenilenebilir enerji konuları ne durumda? Sanırım, yumurta kapıya dayanmış olmakla birlikte işin ciddiyeti nedeniyle acı çekmeye başlamadan ciddi adımların atılması zor. Örneğin ülkemizde rüzgar, güneş, jeotermal enerji kaynaklarından ne ölçüde yararlanıyoruz? , İşveren dergisinin sayfalarında dikkatimi jeotermal enerji konusunda ciddi bir potansiyelimiz olduğu çekti. Avrupa'da jeotermal kullanımında 1. olduğumuzu buna rağmen hala kullanılmamış ciddi potansiyelimiz bulunduğunu gördüm. Jeotermal enerji gerçekten pek çok alanda (enerji üretimi, konut ısıtması vs.) işe yarayabilecek gibi görünüyor. Aslında bir o kadar ilginç konu da yer altındaki sıcak kayaların enerjisinden yararlanmanın mümkün olabilleceği. Teknoloji basitçe şöyle gerçekleştiriliyor. Yeterli derinliğe iniyorsunuz (su döngüsünde devamlı buhar elde edebilecek kadar derinlik) bir gidiş bir de dönüş borusu döşeyip gidiş borusundan suyu gönderip dönüş borusundan sıcak su+buharı alıyorsunuz. Böylece kendi jeotermal üretiminizi gerçekleştiriyor, artık enerji lazımsa enerji, ev ısıtması lazımsa onu, isterseniz her ikisini birden üretiyorsunuz. Gerçekten öyle atla deve değil söz konusu yöntem. Ancak işe yarıyor işte. Aslında istesek de istemesekte mevcut ekonomik durum ve enerji darboğazı geçmişte karlı (rantabl) olmadığı gerekçesiyle el sürülmeyen bazı enerji üretim yöntemleri dahil pek çok alternatif enerji üretim yönteminin deneneceği gerçeği ile karşı karşıyayız. İnsanın gerçeği görmesi için bazen somut olumsuzlukları yaşaması gerekebiliyor. Mesela Marmara denizinin başına gelenler iyi buna bir örnektir. İstanbul'un hemen yanıbaşında 80'li yıllara kadar denize rahatlıkla girilebilen Bayramoğlu diye güzel bir yerleşim yeri vardır. Buraya yapılan binaların kanalizasyonları denize verilmişti (Denize girmek için gelinen bir yere dışkı bırakmak ne kadar akıllıca değil mi?). 90'lı yılların içindeyse artık denizde insanlar yerine dışkıları yüzmeye başladığından, yerleşim yerinin değeri yerlerde sürünmeye başladı. Şimdiki durumunu bilmiyorum ama bir süreden beri İstanbul plajlarında denize girilebildiği (dolayısıyla artık denizin daha az kirletildiği) gerçeğinden yola çıkarak buralarda da durumun düzelmiş olduğu ya da en azından kısa süre içinde düzelebileceği varsayılabilir. İşte bu kadar bariz sonuçları bile görmezden gelmenin maliyeti bu. Şimdi akıllı olup temiz enerji kaynaklarına yönelmenin zamanı sanıyorum. Siz ne dersiniz? Sağlam kafa, sağlam vücutta kalsın dileğiyle...

9 Eylül 2008 Salı

CERN Deneyi Evrenin Sonu Mu Olacak?

Az önce haber bültenlerin izlerken CERN'in dev parçacık hızlandırıcısında Büyük Patlama'nın deneneneceğini duyunca 9 yaşındaki kızım biraz endişelendi ama "merak etme birşey olmaz" diye geveledim.
Aslında bir sürü yapay gündemimiz varken böyle önemli bilimsel gelişmelerin duyuruluyor olmasına "şaşırmadım" desem yalan olur.
Biraz araştırdım, nedir diye Cern'in basın bültenlerine ulaştım. Özetle: Dünyanın en büyük parçacık hızlandırıcısı Large Hadron Collider (LHC) ile daha önce denenememiş olan pek çok şey artık mümkün olacak. Buna büyük patlamanın nasıl oluştuğuna dair fikir edinebilmek için gerçekleştirilecek olan deney de dahil. CERN Genel Müdürü Robert Aymar sistemin güvenli, her türlü söylentinin de kurgudan ibaret olduğunu belirtmiş. Ayrıntılarını burada bulabilirsiniz. Fotoğraftakiler ise bu dev parçacık hızlandırıcıyı ziyaret eden şanslılar.
Neymiş efendim? Yarın gerçekleştirilecek olan deney ile yeni bir büyük patlama yaratıp kendimizi yok etmeyecekmişiz! Zaten kendimizi içinde yaşadığımız çevreye yaptıklarımızla yavaş yavaş ve bilinçsizce yok ediyoruz. Bilim adamları, hele fizikçiler göreli olarak diğer insanlara göre ne yaptığını bilir olduklarından yarın sıradan bir gün olacak.
CERN'den elde edilen son derece değerli bilgiler ise diğer 20 üye ülkeden biri olmadığımız için bize ne derece yarayacak onu da hep birlikte göreceğiz...
Aman canım, CERN, mern bize ne, açıp Acun Ilıcalı'nın sunduğu "Var Mısın, Yok Musun?" yarışmasını izleyelim. Öyle, yarın var mıyız, yok muyuz, ya da "ne olacak bu ülkenin hali?" türünden şeyler düşünmeye gerek yok.
Vur patlasın, davulcular bahşiş kazansın ...
Unutmadan CERN deneyi yüzünden patlamayız belki ama Türkiye gündemi nedeniyle sıkıntıdan patlayabiliriz, dikkatli olmak lazım.
Sağlıcakla kalın... Güncelleme (10.09.2008): Aslında bu gün sadece parçacıkları hızlandırmaya başlıyorlarmış. Çarpışma ise 1-1,5 ay sonra gerçekleşecekmiş. Oluşacak olan mini kara delikler ise hemen yok olacakmış. Enerji miktarı küçük olduğundan endişelenecek birşey yokmuş... Kaynak.

8 Eylül 2008 Pazartesi

Bilişim Sevenler Derneği

Bir gün Bahçelievler 1. caddede yürüyordum. Bir anda Deneme Lisesinin (lisem) yanındaki apartmanın altındaki dükkanın, granit kaplamasının üzerinde yazanlar tüylerimi diken diken etti. "Bilişim Sevenler Derneği" Ya kapalıydı ya da sıkı sıkıya kapatılmış jaluzilerin ardında birileri çok fena şekilde bilişimi seviyordu. Bir koşu eve dönüp fotoğraf makinemi aldım ve bu durumu fotoğrafladım. Bu güne kadar da bende durdu.
2008'in nisan ayında çekmişim fotoğrafı. Peki ne oldu da buraya koydum? Bu gün aynı binanın önünden geçerken bir de baktım ki dükkan boş duruyor. İçimi bir hüzün kapladı. Nasıl üzülmem? Kamu yararına faaliyet gösteren bir dernek daha kapanmıştı. İçerideki bilgisayarlar, tamir malzemeleri, yeşil çuhalı masalar toplanıp gitmişlerdi. Artık bilişimi sevecek bir dernek olmadığına göre şimdi ne olacak diye içim içimi yiyor. Umarım meydana gelen sivil toplum boşluğu kısa sürede kapatılır. Ülkemin yaratıcı, cin fikirli, araştırmacı insanını seviyorum. Kalın sağlıcakla.
Güncelleme: Az önce (09.09.2008) berberim ile konuşuyordum. Derneğin kapanmadığını, sadece Anıttepe'de biryere taşındıklarını söyledi, içim rahatladı.
Posted by Picasa

7 Eylül 2008 Pazar

Ramazan Davulcusu Spamci Mi?

Ramazan'ın ilk gecesiydi. Ağustos sıcağından bunalmaktan dolayı pencereler açık vaziyette yatmaktayken, uykunun derinliklerinden birşeyler beni dünyamıza, sıcak yatak odamıza fırlattı. Sanki birşeyden kaçar gibi doppler efektiyle bir tangırtı geçiyordu. Dan dan dan dan dan dan dan dan dan dan dan...... Uyku sersemliğiyle "ne oluyor ya... Gene tıs-çak birileri mi geçiyor ana caddeden?" diye düşünürken "haaa Ramazan" şeklinde olayı idrak ettim. Daha bir hafta geçmeden sokak kapısının altından fırlatılıp yerlere saçılmış vaziyette yukarıda gördüğünüz ilan ile karşılaştım. Derhal tarayıp, komik resimler klasörüme attım atmasına ama rahat edemedim, bu olaydan blogumda da bahsedeyim dedim. Hani sunucunuza spam (istenmeyen ileti) koruyucu için birkaç önlem koyarsınız da, arada bir iki mail kaçar, bu da ona benzer bir durum oluşturmuş sanırım. Posta kutularımız apartman içerisinde olduğu ve yemek kokusu nedeniyle apartman kapımız açık bulunmadığı için yukarıdaki ilanlar posta kutularımıza ulaşamamıştı. Özetle "HER SENE BURAYI ÇALIYORUM" "ÜCRETİ BANA VERİN" "KAPIYA GELENDEN BELGE İSTEYİN" diyor. Adamlar haklı, son derece önemli bir görevi yerine getiriyor. Öncelikle bir mahalleyi falan değil neredeyse orta irilikte bir avrupa şehri boyutlarındaki Bahçelievler - Emek çevresini sahura kaldırıyorlar. Doğal olarak, yetişebilmek için bir kamyonetin arkasına davul, tokmak, davulcu triosunu atıp yangından mal kaçırır gibi dan dan dan dan dan dan dan (doppler effect).... İşin komik yanı, bu eski günlerden kalma bir adetin devamı olarak deklare edilip yapılıyor. Sanki eskiden bu iş böyle yapılıyormuş gibi. Eskiden yapılan hali nasıldı peki? Davulcular, hem çalar, hem maniler söyler, hem de belli bir mahalle sınırı dışına çıkmadan ayak üstünde dolaşırlardı. Şimdikiler ne yapar? Kamyonetin arkasına atlar dan dan dan dan dan... Ritim, melodi hak getire. E be, kardeşim böyle yaparsanız beni istediğim saatte uyandıran 5 YTL'lik Çin malı alarmlı saat sizden daha iyi değil mi? Hatta bakarsınız bir iki seneye yerinizi Çinli davulcular almış.... Siz bizim kapıya gelip ücretinizi isteyeceksiniz değil mi? İsteyin bakalım.... En azından, dan dan da, dan dan diye çalmayana benim verecek davulcu ücretim, bahşişim yok. Aynen dediğiniz gibi, davul ücretini kimseye vermeyeceğim, siz dahil hiç merak etmeyin! "Kimden izin aldıysanız, gidin ücretinizi de ondan alın..." Diyecektim demesine ama öyle de yapmayın en iyisi, yoksa döner dolaşır bir şekilde o para cebimizden alınır. :) Belediyeler yakında ramazan davulcuları için ihaleye çıkarlarsa şaşırmam. Ama ihaleyi Çinliler alırsa şaşırırım işte. Kalın sağlıcakla.

3 Eylül 2008 Çarşamba

Aaaa alan adım oldu!

Akşam işten çıkmak üzereydim. Bloğumu uzun süreden beri üzerinde tuttuğum blog servisim olan blogspot'un direkt olarak bir kişisel alan adı altında görüntülenebildiği aklıma geldi. Blogspotta ayarları karıştırırken Google'ın işi daha da ilerletmiş olduğunu ve blogspot üzerinden alan adı alıp, direkt olarak blogspottaki bloglarımı kendi alan adım altından (http://burcakcubukcu.com gibi) yayınlayabileceğimi farkettim. 5-6 dakika içinde 10 USD karşılığında alan adımı aldım ve işten çıktığımda saat 18:05 civarındaydı. Eve döndüğümde ise son bir iki ayarı da hallediverdim. Kendi alan adıma bağlı mail servisim, web sayfam olmuştu. Yıllardır antrak.org.tr adresinde tuttuğum ama bir türlü güncel tutamadığım web sayfalarıma da bir yönlendirme yapınca http://www.antrak.org.tr/~ta2ee adresindeki sayfalarım da yeni alan adıma yani http://burcakcubukcu.com adresine yönlenmiş oldu. Bu kadar kolay yapılabileceğini aklımın ucundan bile geçirmezdim. Google ve çalışanlarına saygım bir derece daha arttı. Sizin de blogspot üzerinde bir blogunuz varsa bence bir alan adı altına alıp kullanmayı düşünseniz hiç fena olmaz... Kalın sağlıcakla.

30 Ağustos 2008 Cumartesi

30 Ağustos Zafer Bayramınız Kutlu Olsun

Öğrenim hayatım boyunca tarihi hiç sevmedim. Zaten ezberim de zayıf olduğundan bir türlü dökme bilgileri özümseyememişimdir. İngilizlerin güdümündeki Yunan askerlerinin Ankara'nın 60 kilometre kadar yakınına gelmiş olduklarını ve orada tepelendiklerini ise okul hayatım bitip de tarih ilgimi çekmeye başladıktan sonra anladım! Düşünsenize, az bir uğraş verse Yunanlılar Ankara'nın içine kadar gireceklermiş... Bu nedenle 30 Ağustos zafer bayramı gerçekten önemlidir. Bu bayrama neden olan zafer gerçekleşmemiş olsaydı şimdi ne durumda olurduk kim bilir? Hepimizin Zafer Bayramı kutlu olsun...

26 Ağustos 2008 Salı

Işınlama gerçek olsa!

Yetmişli yıllar. Tek kanallı televizyon yayınında Uzay Yolu dizisini bütün bir hafta bekledikten sonra soluk soluğa izlediğim zamanlar aklıma geldi. Dizide pek çok ilginç olay gerçekleşiyordu. Mesela hırrşşş diye aşılıp kapanan kapılar. Kibrit kutusu büyüklüğünde flip kapaklı telsiz cihazları. Fazer tabancaları. Işınlanma. Bazı aletler şimdiden hayatımıza girdi bile. Mesela kibrit kutusu kadar telsizler. Flip kapaklı telefonlar (tamam telefonun bu kadar küçülebileceği dizide yoktu ama flip kapak kesinlikle esinlenme nedeni olmuştur). Işınlanma meselesi hala gerçekleşmeyen bir konu. Hatta sonradan ortaya çıkan StarGate SG1 ve Atlantis dizilerinde bile olay dünya dışı akıllı canlıların teknolojisi olarak bilim kurguluğunu sürdürüyor. Gerçi bir iki kuantum ölçeğinde ışınlama başarısı elde edildi ve belki de daha büyük ölçekte materyallerin transferi bir gün gerçekleşebilir ama bu günden bakınca bir süre daha beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Zaman zaman, "ışınlama mümkün olsaydı ne hoş olurdu" diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Düşünsenize, iş çıkışında kışın ortasında, dünyanın yazı yaşayan bir köşesinde deniz kenarında birkaç saat geçirip sonra da evinize dönüp yatıp uyumak mümkün olsa, şehirleşme ve kent yaşamı ile ilgili pek çok sorun ortadan kalkabilir. Ülke sınırları bir anda ortadan kalkabilir. Sabah Ege kıyılarındaki bir sahil kasabasındaki evinizde kahvaltınızı ettikten sonra Napoli'deki işimize ışınlanıp , öğle yemeğini Konya'da etli ekmekçide geçiştirip, Mısırda öğleden sonra toplantınızı yapıp, Kanarya adalarında denize girdikten sonra eve dönseniz İstanbul'da ya da Ankara'da yaşamak için bu kadar çaba harcar mıydınız? Sadece insanların mobilitesi değil, mal ve hizmetlerin mobilitesini düşünün. Dükkanınızda biten mallar için internetten siparişi vermeniz ve malların deponuza ulaşması ışık hızıyla gerçekleşse fena mı olur. Şüphesiz ekonomik düzen de köklü bir şekilde değişir böylece. Kara, deniz ve hava taşımacılığı diye birşey kalmaz. Ürünleri çok daha ucuza temin edebiliriz. Mallarımızı da çok daha kolay bir şekilde dünyanın istediğimiz yerine gönderebiliriz. İyi tarafları düşünmek keyifli oluyor da ya kötü amaçlarla kullanılırsa bu teknoloji? Evinize geliyorsunuz ve o da ne evin içindeki herşey ışınlanmış. Onu da geçtim ev yerinde yok!. Bir anda hayallerim yıkıldı. Tamam, ekmek bıçağıyla ekmek de kesilir insan da. Ama bu teknoloji ile yapılabilecek kötülüklerin de sınırı yok. Ekmek bıçaksız yapamadığımıza ve bu kadar bıçağı olması gerektiği gibi kullanmayı bir iki istisna dışında becerebildiğimize göre. Eskaza bu teknoloji gerçekleşirse onu da iyi yönde kullanmayı bir şekilde becerebiliriz diye kendimi avutarak bu yazıya son veriyorum. Kalın sağlıcakla.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Takıldık kaldık elektronik postalara....

Görsel: Sonsuzluğun Eşiğinde
1890 Vincent Van Gogh

Apartmanda posta kutularının yanında orta yaşı yeni bitirip erken emeklilik dönemine girdiği her halinden anlaşılan bir adam sandalyesini çekmiş oturuyor. Sakalları iki üç günlük kirli gri bir çene bandı takmış gibi duruyor. Alnındaki kırışıkları da ekleyince olduğundan beş on yaş daha yaşlı görünüyor.

Biraz tedirgin bir şekilde etrafını süzüyor, bir yandan da çizgili pijamasının oturmaktan çıkmış dizlerine sağ elinin orta ve işaret parmaklarını sıra ile vuruyor, ama ritmik değil aksine biraz da istemsiz ve huzursuz bir tıkırdama. Arada sırada yerinden kalkıp kendi dairesine ait olan 7 numaralı posta kutusunu yaklaşık bir düzine anahtarın şangırdayarak sallandığı anahtarlığının içindeki en küçük anahtarı kavrayarak açıyor ve içini kontrol edip kapağını kapatıp kilidini tekrar kilitleyip yerine oturuyor.

Aynı şehirde bir başka apartmanın 8. katındaki bir dairenin kapısı açılıyor. Kapıdan sabahlığı üzerinde tavşanlı terlikleri ayağında, saçında bigudilerle 19 yaşlarında topluca, orta boylu bir genç kız asansör kapısına doğru seğirtiyor. Çağır düğmesine basarken kırılan tırnağını sinirli sinirli sallayıp, sonra da emiyor. Bir yandan da geciken asansör için hayıflanıyor. Katın alaca karanlığı, resim taramaya yeni başlamış bir fotokopi makinesinin ışığı gibi yukarı çıkan asansörün etkisiyle yavaş yavaş aydınlanıyor. Hışımla açtığı asansörün kapısından içeri dalan gençkız ardından kapının kapanmasını bile beklemeden zemin kat düğmesine basarken bir yandan da ofluyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıp kaybolan katları gözü ile takip ederken bir yandan da pofuduk tavşan terliklerinden sağ taraftakinin topuğuna basıp terliğinin yantarafını asansörün duvarına vurup duruyor. Birden zemin kata ulaşan asansör sert bir şekilde duruyor. Kapıyı elinin ayasıyla itip kendini dışarı atan kahramanımız sola doğru setirtip duvara adeta yapışık gibi duran eskimiş yüzlü metal posta kutularından kendisine ait olanı kullanılmaktan aşınmış anahtarıyla açıp içindekileri dışarı çıkartıveriyor.


Bir sürü fatura, bir süpermarketin kataloğu, lokantaların, sıhhi tesisatçının ve bir de böcek ilaç firmasının ilanları dikkatsiz bir kavrama nedeniyle yere saçılıveriyor. Her iki kahramanımız bu yukarıdaki anlattığım işi aynı gün içerisinde defalarca tekrarlıyor olsalar size biraz garip gelmez mi? İnsan ister istemez yukarıda anlatılan iki tipte, en azından takıntı düzeyinde bir bozukluk arar değil mi? Peki şimdi kendinizi düşünün elektronik postalarınızı aslında çok ta farklı olmayan bir yöntemle takip etmiyor musunuz? Üstelik gelen pek çok postanızda işinize yaramayacak bir çok çöp var. Hani söyle bir iki tanesi dostlarınızdan gelse dert değil. Gruplardan, spamcilerden, reklam gönderen düzgün firmalardan, faturalardan geçilmeyen posta kutunuzu 15 dakikada bir otomatik kontrol etmiyor musunuz gün boyu? Sanıyorum bu boyutu ile hayatımıza başka kötü alışkanlık eklediğimizin farkındasınızdır. Elektronik Posta Bağımlıları için bir terapi var mıdır bilmiyorum ama sanırım bu işin takıntı haline gelip gelmediğini anlamak için kendinize şunları sorabilirsiniz. Günde en az 2 kere hatta çok daha fazla e-posta kontrol ediyor musunuz? Tatilde bile ne yapıp edip elektronik postalarınıza göz atıyor musunuz? Yurt dışında bile olsanız illa bir hot spot veya internetcafe için zaman ayırıyor musunuz? Bilinen belli bir kalıcı hasarı olmasa bile bunun üzerine bir de sosyal ağların alışkanlığını da katacak olursak son derece ciddi bir zaman kaybınızın olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kaybettiğiniz zaman hayatınızdan gidiyor... Deli olmayın, bırakın posta kutunuz dolup taşsın, birileri sizi sosyal ağlarda dürtüp dursun. Hayatınızı yaşamayı unutmayın! Kalın sağlıcakla...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

OnPunto.com Kapatıldı

Ansızın sıcak bir Temmuz günü OnPunto.com sitesi kapatılıverdi. Sahibine fazla güvenmediğimden olsa gerek zaten tüm bloglarımı hem burada hem orada yayınlıyordum. Üstelik tasarımı da pek iyi değildi ama ben seviyordum OnPunto'da yazmayı. Ne düşünüp de kapattılar bilmiyorum ama ben durumu bünye içi kıskançlık olarak düşünüyorum. Hürriyet gazetesi bu kenara ittiği bir türlü içine sindiremediği blog sitesini kapattı. Umarım yerine her ne düşünüyorlarsa başarı çizgisi OnPunto'nun on punto altında kalır. Kalın sağlıcakla.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Sanal Yankesicilik Kurbanı Olmayın!

Bazı bankalar RFID (radyo frekansı ile bilgi aktarımı esasıyla çalışıyor) kredi kartları dağıtmaya başladılar. Hatta bunların anahtarlık, saat şeklinde olan modelleri bile var. Çalışma esasları yaklaşık olarak şöyle. Alıcı cihaza kartınızı yaklaştırıyorsunuz. Alıcı cihaz üzerinden indüklenen elektromanyetik enerji kartınızın elektronik devresini aktive ediyor. Kartınız radyo sinyali ile içindeki kendine özgün sinyali gönderiyor (cebinizdeki birden fazla bu tür kart birbirinin sinyalini bozmuyor hangisinin sinyali alıcının seçtiği türdeyse o kartın bilgisi alıcı cihaz tarafından kullanılıyor). Sadece ilgili sinyallere karşı seçiciliği olan alıcı cihaz ya kapıyı açıyor, ya işyerinize girdiğiniz ve çıktığınız saatleri kaydediyor veya alışverişte kredi kartı bilgilerinizi bankanızın kredi kartları merkezine aktarıyor. Cüzdanınızda duran kartınızın şifresi çalınabilir mi? Eğer bu işe kafa yormuş biri elinde hassas okuyucu ve bir adet taşınabilir bilgisayar varsa bu sorunun cevabı evet. Eğer cüzdanınız alüminyum folyoya sarılı değilse kolayca kart bilgileriniz çalınabilir.

http://www.thinkgeek.com/gadgets/security/8cdd/

4 Haziran 2008 Çarşamba

Hafızamı nasıl geliştiririm?

Hafızam, suya yazılan yazı gibi oldu diyorsanız, siz de okuyun, derin tecrübelerimden yararlanın istedim ve hiç alakası yokken genellikle teknolojik konulara ayırdığım bloğumu bu defa sağlık ile ilişkilendirdim. Konumuz: "hafızamızı nasıl korur ve geliştiririz"... Yazacaklarımı unutmadan hemen tuşlara dökmek istiyorum. İşte başlıyoruz. Yaş belli bir yere gelip, zaten zayıf olan hafızam balıklarınkini kıskanır düzeye inince "birşeylerin eksikliğinden midir acaba?" diye düşünmeye başladım. Yıllardır kırmızı et yemem (1996'dan beri). Balık, tavuk, hindi vs. eti yesem de bunlardan alınacak b12 vitamini miktarı az olduğundan, sanıyorum zaman zaman b12 iğne takviyesi yaptırmam gerekiyor. Ancak zorunda kalmadığım zaman kaba etime iğne yemek işime gelmiyor... Eğer sizin için de sakıncası yoksa, bu çözümü geçelim... Sanırım bu konuda pek bilinen öneriyi hemen hatırlarsınız; "bol bol bilmece, bulmaca çözün" denir. Ne yalan söyleyeyim pek de sevmem bilmece bulmaca çözmeyi. Bu aralar çeşitli sitelerde popüler olan bilgi yarışmaları bile bir yerden sonra sıkıyor. O nedenle "başka bir yol var mıdır" diye bir yandan araştırmaya, diğer yandan da eş, dost, akraba bu konuda neler yapıyor izlemeye karar verdim. Tahmin edersiniz ki, neyi araştıracağımı pek hatırlayamadığım için araştırma konusunda fazla başarılı bir sonuç elde etmem pek mümkün olmadı. Tam "yahu, zaten benim genetik yapımda da pek iç açıcı bir durum yok, mesela anneannem, çocuklarından birini çağıracakken bile önce diğer 4'ünün adını söyler; sonunda asıl çağırmak istediğinin adını söyleyebilirdi" diye düşünmeye başladığım dönemde baldızım elinde bir kutu hap ile çıkageldi. Aman ne hoş bir şey. Hapı yut daha iyi hatırla! Kim istemez bunu? Neyse mahallemizdeki yarı aktar, yarı yöresel pazara doğru yollandım. bir yandan da hapın adını unutmamaya çalışıyorum. Mesafe 400 metre kadar olduğundan, takdir edersiniz ki çok zor oldu (Yok canım abartıyorsun demeyin. Bu aralar biri ile tanışırken -özellikle de büyük ihtimalle bir daha görmeyeceğim biri ise- elini sıkarken söylediği ismini daha elimi çekip aşağıya indirirken unutuyorum). Neyse bu ilaç kılıklı hapın adı "Ginkgo Biloba" . İçini açıp bakınca rahat 200 hap alacak yere neden 60 tane tıkmış olduklarını düşünüp, bu yeşil MDF'den yapılmışa benzeyen hapları denemeye karar verdim... (cesarete bak, ya zararlıysa?) Tabi hem teknoloji sever, hem de araştırmacı kişiliğim nedeniyle, bu hap konusunda en güvenli bilgi kaynaklarından biri olan İnternette (!) araştırma yapmaya karar verdim. Biraz da süpheci biri olduğumdan, büyük olasılıkla aslında plasebo olabileceğini daha da kötüsü beklenmedik etkilerle karşılaşabileceğimi ilk bir iki siteden sonra anlar gibi olsam da, şu sitedeki blogda konu ile ilgili olarak yazılan yararları sizin de dikkatinize sunayım dedim... (Parantez içindeki italik yazılar benim yorumlarımdır). Ginkgo Biloba Faydaları ve Kullanım Alanları:

Vitiligonun (ala) durdurulmasına ve yeniden pigment oluşumuna yardımcı olabilir. (Ah, bunu Michael Jackson günden güne beyazlarken neden kullanmadı ki?)

Troid bezinin düzenli çalışmasına katkıda bulunur.

Zihni açar, yorgunluk ve stresi azaltır.

Beynin beslenmesine yardımcı olur ve hafızayı güçlendirir. (İşte budur, atalım hapları günde iki kere ki; hafızamız düzelsin).

Öğrenme yeteneğini arttırır, aktif ve zinde bir vücut oluşmasına yardım eder. (şiir gibi, yok yok, daha çok burç falı gibi).

İktidarsızlık ve sertleşme problemlerinde faydalıdır. (buradan sonra koptum işte).

Bağışıklık sistemini güçlendirir.

Grip ve soğuk algınlığına karşı koruyucudur.

Metabolizmayı hızlandırabilir ve sindirime yardımcı olur.

Sinerjetik etki ile vücut dayanıklılığını arttırır, enerji verir, yorgunluğu azaltır.

Vücüdun enerji muhafaza etmesine yardımcı olur, nükleik asit ve protein sentezini hızlandırır.

Kan şekerininin dengelenmesine yardımcı olur.

Çiçeklerin tozlanma zamanında allerjik reaksiyonların önlenmesinde faydalıdır. Anti-allerjik özelliği vardır.

Zihinsel dayanıklılığı arttırır.

Serbest radikallerin hücre tahribatını azaltır. (Doğal antioksidan)

Kan yapıcıdır. Soğuk el ve ayaklarda faydalı olabilir.

Yaşlılarda,bunama belirtilerini azaltabilir. Alzheimer hastalığında yardımcıdır.

Kulak çınlamasını önlemede faydalı olabilir. ---------------------------------------------------- Yani, hani bir de kuş gribi, ateşli kanamalı kırım kongo ve aids tedavisinde yardımcı olur deselerdi tam olacaktı. Bu kadar hastalığa etkili ise; "kimbilir ne kadar yan etkisi vardır acaba" diye düşünmeden edemedim. Gene de bir kutu edinmiş olduğumdan "deneyelim görelim" kobay mantığıyla hapları yutmaya başladım. Tek sorun bir sabah, bir de akşam almam gereken hapları almayı hatırlamak. İlk bir hafta bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. 14'te 2 skoru ile performansım süper sayılmaz... "En azından hapları sabah akşam almayı hatırlayabilirsem bile plasebo etkisinin yanında gerçek bir gelişme sağlanmış olur" diye düşünüyorum. Haplar, işe yarar da, hafızam eskisinden daha iyi olursa ve tabi ki unutmazsam size sonuçları yazarım... Kalın sağlıcakla.

Ey Eurovision Sen Kimsin?

Yapay zeka, hayatımızın birçok alanına girmeye devam ediyor. Ben de bir süredir blog yazılarımı YouTube'a aktarıyorum. Neyse ki, 10 yıl ...