30 Ağustos 2008 Cumartesi

30 Ağustos Zafer Bayramınız Kutlu Olsun

Öğrenim hayatım boyunca tarihi hiç sevmedim. Zaten ezberim de zayıf olduğundan bir türlü dökme bilgileri özümseyememişimdir. İngilizlerin güdümündeki Yunan askerlerinin Ankara'nın 60 kilometre kadar yakınına gelmiş olduklarını ve orada tepelendiklerini ise okul hayatım bitip de tarih ilgimi çekmeye başladıktan sonra anladım! Düşünsenize, az bir uğraş verse Yunanlılar Ankara'nın içine kadar gireceklermiş... Bu nedenle 30 Ağustos zafer bayramı gerçekten önemlidir. Bu bayrama neden olan zafer gerçekleşmemiş olsaydı şimdi ne durumda olurduk kim bilir? Hepimizin Zafer Bayramı kutlu olsun...

26 Ağustos 2008 Salı

Işınlama gerçek olsa!

Yetmişli yıllar. Tek kanallı televizyon yayınında Uzay Yolu dizisini bütün bir hafta bekledikten sonra soluk soluğa izlediğim zamanlar aklıma geldi. Dizide pek çok ilginç olay gerçekleşiyordu. Mesela hırrşşş diye aşılıp kapanan kapılar. Kibrit kutusu büyüklüğünde flip kapaklı telsiz cihazları. Fazer tabancaları. Işınlanma. Bazı aletler şimdiden hayatımıza girdi bile. Mesela kibrit kutusu kadar telsizler. Flip kapaklı telefonlar (tamam telefonun bu kadar küçülebileceği dizide yoktu ama flip kapak kesinlikle esinlenme nedeni olmuştur). Işınlanma meselesi hala gerçekleşmeyen bir konu. Hatta sonradan ortaya çıkan StarGate SG1 ve Atlantis dizilerinde bile olay dünya dışı akıllı canlıların teknolojisi olarak bilim kurguluğunu sürdürüyor. Gerçi bir iki kuantum ölçeğinde ışınlama başarısı elde edildi ve belki de daha büyük ölçekte materyallerin transferi bir gün gerçekleşebilir ama bu günden bakınca bir süre daha beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Zaman zaman, "ışınlama mümkün olsaydı ne hoş olurdu" diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Düşünsenize, iş çıkışında kışın ortasında, dünyanın yazı yaşayan bir köşesinde deniz kenarında birkaç saat geçirip sonra da evinize dönüp yatıp uyumak mümkün olsa, şehirleşme ve kent yaşamı ile ilgili pek çok sorun ortadan kalkabilir. Ülke sınırları bir anda ortadan kalkabilir. Sabah Ege kıyılarındaki bir sahil kasabasındaki evinizde kahvaltınızı ettikten sonra Napoli'deki işimize ışınlanıp , öğle yemeğini Konya'da etli ekmekçide geçiştirip, Mısırda öğleden sonra toplantınızı yapıp, Kanarya adalarında denize girdikten sonra eve dönseniz İstanbul'da ya da Ankara'da yaşamak için bu kadar çaba harcar mıydınız? Sadece insanların mobilitesi değil, mal ve hizmetlerin mobilitesini düşünün. Dükkanınızda biten mallar için internetten siparişi vermeniz ve malların deponuza ulaşması ışık hızıyla gerçekleşse fena mı olur. Şüphesiz ekonomik düzen de köklü bir şekilde değişir böylece. Kara, deniz ve hava taşımacılığı diye birşey kalmaz. Ürünleri çok daha ucuza temin edebiliriz. Mallarımızı da çok daha kolay bir şekilde dünyanın istediğimiz yerine gönderebiliriz. İyi tarafları düşünmek keyifli oluyor da ya kötü amaçlarla kullanılırsa bu teknoloji? Evinize geliyorsunuz ve o da ne evin içindeki herşey ışınlanmış. Onu da geçtim ev yerinde yok!. Bir anda hayallerim yıkıldı. Tamam, ekmek bıçağıyla ekmek de kesilir insan da. Ama bu teknoloji ile yapılabilecek kötülüklerin de sınırı yok. Ekmek bıçaksız yapamadığımıza ve bu kadar bıçağı olması gerektiği gibi kullanmayı bir iki istisna dışında becerebildiğimize göre. Eskaza bu teknoloji gerçekleşirse onu da iyi yönde kullanmayı bir şekilde becerebiliriz diye kendimi avutarak bu yazıya son veriyorum. Kalın sağlıcakla.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Takıldık kaldık elektronik postalara....

Görsel: Sonsuzluğun Eşiğinde
1890 Vincent Van Gogh

Apartmanda posta kutularının yanında orta yaşı yeni bitirip erken emeklilik dönemine girdiği her halinden anlaşılan bir adam sandalyesini çekmiş oturuyor. Sakalları iki üç günlük kirli gri bir çene bandı takmış gibi duruyor. Alnındaki kırışıkları da ekleyince olduğundan beş on yaş daha yaşlı görünüyor.

Biraz tedirgin bir şekilde etrafını süzüyor, bir yandan da çizgili pijamasının oturmaktan çıkmış dizlerine sağ elinin orta ve işaret parmaklarını sıra ile vuruyor, ama ritmik değil aksine biraz da istemsiz ve huzursuz bir tıkırdama. Arada sırada yerinden kalkıp kendi dairesine ait olan 7 numaralı posta kutusunu yaklaşık bir düzine anahtarın şangırdayarak sallandığı anahtarlığının içindeki en küçük anahtarı kavrayarak açıyor ve içini kontrol edip kapağını kapatıp kilidini tekrar kilitleyip yerine oturuyor.

Aynı şehirde bir başka apartmanın 8. katındaki bir dairenin kapısı açılıyor. Kapıdan sabahlığı üzerinde tavşanlı terlikleri ayağında, saçında bigudilerle 19 yaşlarında topluca, orta boylu bir genç kız asansör kapısına doğru seğirtiyor. Çağır düğmesine basarken kırılan tırnağını sinirli sinirli sallayıp, sonra da emiyor. Bir yandan da geciken asansör için hayıflanıyor. Katın alaca karanlığı, resim taramaya yeni başlamış bir fotokopi makinesinin ışığı gibi yukarı çıkan asansörün etkisiyle yavaş yavaş aydınlanıyor. Hışımla açtığı asansörün kapısından içeri dalan gençkız ardından kapının kapanmasını bile beklemeden zemin kat düğmesine basarken bir yandan da ofluyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıp kaybolan katları gözü ile takip ederken bir yandan da pofuduk tavşan terliklerinden sağ taraftakinin topuğuna basıp terliğinin yantarafını asansörün duvarına vurup duruyor. Birden zemin kata ulaşan asansör sert bir şekilde duruyor. Kapıyı elinin ayasıyla itip kendini dışarı atan kahramanımız sola doğru setirtip duvara adeta yapışık gibi duran eskimiş yüzlü metal posta kutularından kendisine ait olanı kullanılmaktan aşınmış anahtarıyla açıp içindekileri dışarı çıkartıveriyor.


Bir sürü fatura, bir süpermarketin kataloğu, lokantaların, sıhhi tesisatçının ve bir de böcek ilaç firmasının ilanları dikkatsiz bir kavrama nedeniyle yere saçılıveriyor. Her iki kahramanımız bu yukarıdaki anlattığım işi aynı gün içerisinde defalarca tekrarlıyor olsalar size biraz garip gelmez mi? İnsan ister istemez yukarıda anlatılan iki tipte, en azından takıntı düzeyinde bir bozukluk arar değil mi? Peki şimdi kendinizi düşünün elektronik postalarınızı aslında çok ta farklı olmayan bir yöntemle takip etmiyor musunuz? Üstelik gelen pek çok postanızda işinize yaramayacak bir çok çöp var. Hani söyle bir iki tanesi dostlarınızdan gelse dert değil. Gruplardan, spamcilerden, reklam gönderen düzgün firmalardan, faturalardan geçilmeyen posta kutunuzu 15 dakikada bir otomatik kontrol etmiyor musunuz gün boyu? Sanıyorum bu boyutu ile hayatımıza başka kötü alışkanlık eklediğimizin farkındasınızdır. Elektronik Posta Bağımlıları için bir terapi var mıdır bilmiyorum ama sanırım bu işin takıntı haline gelip gelmediğini anlamak için kendinize şunları sorabilirsiniz. Günde en az 2 kere hatta çok daha fazla e-posta kontrol ediyor musunuz? Tatilde bile ne yapıp edip elektronik postalarınıza göz atıyor musunuz? Yurt dışında bile olsanız illa bir hot spot veya internetcafe için zaman ayırıyor musunuz? Bilinen belli bir kalıcı hasarı olmasa bile bunun üzerine bir de sosyal ağların alışkanlığını da katacak olursak son derece ciddi bir zaman kaybınızın olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kaybettiğiniz zaman hayatınızdan gidiyor... Deli olmayın, bırakın posta kutunuz dolup taşsın, birileri sizi sosyal ağlarda dürtüp dursun. Hayatınızı yaşamayı unutmayın! Kalın sağlıcakla...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

OnPunto.com Kapatıldı

Ansızın sıcak bir Temmuz günü OnPunto.com sitesi kapatılıverdi. Sahibine fazla güvenmediğimden olsa gerek zaten tüm bloglarımı hem burada hem orada yayınlıyordum. Üstelik tasarımı da pek iyi değildi ama ben seviyordum OnPunto'da yazmayı. Ne düşünüp de kapattılar bilmiyorum ama ben durumu bünye içi kıskançlık olarak düşünüyorum. Hürriyet gazetesi bu kenara ittiği bir türlü içine sindiremediği blog sitesini kapattı. Umarım yerine her ne düşünüyorlarsa başarı çizgisi OnPunto'nun on punto altında kalır. Kalın sağlıcakla.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Sanal Yankesicilik Kurbanı Olmayın!

Bazı bankalar RFID (radyo frekansı ile bilgi aktarımı esasıyla çalışıyor) kredi kartları dağıtmaya başladılar. Hatta bunların anahtarlık, saat şeklinde olan modelleri bile var. Çalışma esasları yaklaşık olarak şöyle. Alıcı cihaza kartınızı yaklaştırıyorsunuz. Alıcı cihaz üzerinden indüklenen elektromanyetik enerji kartınızın elektronik devresini aktive ediyor. Kartınız radyo sinyali ile içindeki kendine özgün sinyali gönderiyor (cebinizdeki birden fazla bu tür kart birbirinin sinyalini bozmuyor hangisinin sinyali alıcının seçtiği türdeyse o kartın bilgisi alıcı cihaz tarafından kullanılıyor). Sadece ilgili sinyallere karşı seçiciliği olan alıcı cihaz ya kapıyı açıyor, ya işyerinize girdiğiniz ve çıktığınız saatleri kaydediyor veya alışverişte kredi kartı bilgilerinizi bankanızın kredi kartları merkezine aktarıyor. Cüzdanınızda duran kartınızın şifresi çalınabilir mi? Eğer bu işe kafa yormuş biri elinde hassas okuyucu ve bir adet taşınabilir bilgisayar varsa bu sorunun cevabı evet. Eğer cüzdanınız alüminyum folyoya sarılı değilse kolayca kart bilgileriniz çalınabilir.

http://www.thinkgeek.com/gadgets/security/8cdd/

4 Haziran 2008 Çarşamba

Hafızamı nasıl geliştiririm?

Hafızam, suya yazılan yazı gibi oldu diyorsanız, siz de okuyun, derin tecrübelerimden yararlanın istedim ve hiç alakası yokken genellikle teknolojik konulara ayırdığım bloğumu bu defa sağlık ile ilişkilendirdim. Konumuz: "hafızamızı nasıl korur ve geliştiririz"... Yazacaklarımı unutmadan hemen tuşlara dökmek istiyorum. İşte başlıyoruz. Yaş belli bir yere gelip, zaten zayıf olan hafızam balıklarınkini kıskanır düzeye inince "birşeylerin eksikliğinden midir acaba?" diye düşünmeye başladım. Yıllardır kırmızı et yemem (1996'dan beri). Balık, tavuk, hindi vs. eti yesem de bunlardan alınacak b12 vitamini miktarı az olduğundan, sanıyorum zaman zaman b12 iğne takviyesi yaptırmam gerekiyor. Ancak zorunda kalmadığım zaman kaba etime iğne yemek işime gelmiyor... Eğer sizin için de sakıncası yoksa, bu çözümü geçelim... Sanırım bu konuda pek bilinen öneriyi hemen hatırlarsınız; "bol bol bilmece, bulmaca çözün" denir. Ne yalan söyleyeyim pek de sevmem bilmece bulmaca çözmeyi. Bu aralar çeşitli sitelerde popüler olan bilgi yarışmaları bile bir yerden sonra sıkıyor. O nedenle "başka bir yol var mıdır" diye bir yandan araştırmaya, diğer yandan da eş, dost, akraba bu konuda neler yapıyor izlemeye karar verdim. Tahmin edersiniz ki, neyi araştıracağımı pek hatırlayamadığım için araştırma konusunda fazla başarılı bir sonuç elde etmem pek mümkün olmadı. Tam "yahu, zaten benim genetik yapımda da pek iç açıcı bir durum yok, mesela anneannem, çocuklarından birini çağıracakken bile önce diğer 4'ünün adını söyler; sonunda asıl çağırmak istediğinin adını söyleyebilirdi" diye düşünmeye başladığım dönemde baldızım elinde bir kutu hap ile çıkageldi. Aman ne hoş bir şey. Hapı yut daha iyi hatırla! Kim istemez bunu? Neyse mahallemizdeki yarı aktar, yarı yöresel pazara doğru yollandım. bir yandan da hapın adını unutmamaya çalışıyorum. Mesafe 400 metre kadar olduğundan, takdir edersiniz ki çok zor oldu (Yok canım abartıyorsun demeyin. Bu aralar biri ile tanışırken -özellikle de büyük ihtimalle bir daha görmeyeceğim biri ise- elini sıkarken söylediği ismini daha elimi çekip aşağıya indirirken unutuyorum). Neyse bu ilaç kılıklı hapın adı "Ginkgo Biloba" . İçini açıp bakınca rahat 200 hap alacak yere neden 60 tane tıkmış olduklarını düşünüp, bu yeşil MDF'den yapılmışa benzeyen hapları denemeye karar verdim... (cesarete bak, ya zararlıysa?) Tabi hem teknoloji sever, hem de araştırmacı kişiliğim nedeniyle, bu hap konusunda en güvenli bilgi kaynaklarından biri olan İnternette (!) araştırma yapmaya karar verdim. Biraz da süpheci biri olduğumdan, büyük olasılıkla aslında plasebo olabileceğini daha da kötüsü beklenmedik etkilerle karşılaşabileceğimi ilk bir iki siteden sonra anlar gibi olsam da, şu sitedeki blogda konu ile ilgili olarak yazılan yararları sizin de dikkatinize sunayım dedim... (Parantez içindeki italik yazılar benim yorumlarımdır). Ginkgo Biloba Faydaları ve Kullanım Alanları:

Vitiligonun (ala) durdurulmasına ve yeniden pigment oluşumuna yardımcı olabilir. (Ah, bunu Michael Jackson günden güne beyazlarken neden kullanmadı ki?)

Troid bezinin düzenli çalışmasına katkıda bulunur.

Zihni açar, yorgunluk ve stresi azaltır.

Beynin beslenmesine yardımcı olur ve hafızayı güçlendirir. (İşte budur, atalım hapları günde iki kere ki; hafızamız düzelsin).

Öğrenme yeteneğini arttırır, aktif ve zinde bir vücut oluşmasına yardım eder. (şiir gibi, yok yok, daha çok burç falı gibi).

İktidarsızlık ve sertleşme problemlerinde faydalıdır. (buradan sonra koptum işte).

Bağışıklık sistemini güçlendirir.

Grip ve soğuk algınlığına karşı koruyucudur.

Metabolizmayı hızlandırabilir ve sindirime yardımcı olur.

Sinerjetik etki ile vücut dayanıklılığını arttırır, enerji verir, yorgunluğu azaltır.

Vücüdun enerji muhafaza etmesine yardımcı olur, nükleik asit ve protein sentezini hızlandırır.

Kan şekerininin dengelenmesine yardımcı olur.

Çiçeklerin tozlanma zamanında allerjik reaksiyonların önlenmesinde faydalıdır. Anti-allerjik özelliği vardır.

Zihinsel dayanıklılığı arttırır.

Serbest radikallerin hücre tahribatını azaltır. (Doğal antioksidan)

Kan yapıcıdır. Soğuk el ve ayaklarda faydalı olabilir.

Yaşlılarda,bunama belirtilerini azaltabilir. Alzheimer hastalığında yardımcıdır.

Kulak çınlamasını önlemede faydalı olabilir. ---------------------------------------------------- Yani, hani bir de kuş gribi, ateşli kanamalı kırım kongo ve aids tedavisinde yardımcı olur deselerdi tam olacaktı. Bu kadar hastalığa etkili ise; "kimbilir ne kadar yan etkisi vardır acaba" diye düşünmeden edemedim. Gene de bir kutu edinmiş olduğumdan "deneyelim görelim" kobay mantığıyla hapları yutmaya başladım. Tek sorun bir sabah, bir de akşam almam gereken hapları almayı hatırlamak. İlk bir hafta bu konuda pek başarılı olduğum söylenemez. 14'te 2 skoru ile performansım süper sayılmaz... "En azından hapları sabah akşam almayı hatırlayabilirsem bile plasebo etkisinin yanında gerçek bir gelişme sağlanmış olur" diye düşünüyorum. Haplar, işe yarar da, hafızam eskisinden daha iyi olursa ve tabi ki unutmazsam size sonuçları yazarım... Kalın sağlıcakla.

31 Mayıs 2008 Cumartesi

Arayınca Bulmak, Aranınca Bulunmak; SEO Nedir?

Aranınca bulunmak bir sitenin sahibinin en çok istediği durumdur. Ancak bunu sağlamak için dürüst ve bilinçli şekilde hareket edilmemesi halinde İnternetin karanlık dehlizlerini boylamak işten bile değildir... İnternet, ilk zamanlarda şimdiki kadar yaygın ve bol siteli falan değildi. 1990'lı yılllarda birkaç firmanın web sitesi vardı. Bir kaç müze ve kütüphane İnternette bulunmayı önemli sayardı. Üniversiteleri de buna katarsanız, işte size 10 yıl öncenin interneti. "Arama makineleri" deseniz tek tük, bir iki deneme yapılıyordu, ama aradığınızı bulduğunuz pek olmazdı. Bazen aradığınız İnternet'te olmadığından, bazen de arama makineleri elin eşeğini ıslık çalarak arayan yabancılar gibi olduklarından. O dönemlerden kalma kişisel sayfası sahibi olma eğilimi günümüzde yerini blog yazmaya bıraktıysa da halen pek çok kişisel sayfa varlığını koruyor. Ancak gelecekte, kullanım kolaylığı nedeniyle sosyal ağlar blog sitelerinde yazanları bünyesine katabilir. Yeni İnternet kullanıcılarının hatırlamakta güçlük çekebilecekleri, belki de hiç duymadıkları bir arama makinesi, o 90'lı yıllarda tek seçenek sayılırdı. Altavista'dan bahsediyorum. İnternetin ilk zamanlarında bir konuyu arayıp bulmak gerçekten beceri gerektiriyordu. Bir yeni site yaptığınızda ise onlarca arama motoruna bu siteleri kaydettirmek için uğraşmanız, hiç anlamıyorsanız birkaç on doları bu işi sizin adınıza yapacak webmaster'lara ödemeniz gerekirdi. Arama makineleri, neyi nerede aradığını bilemeyen acemi internet kullanıcılarına hitap ederdi. O dönemlerde kullanıcılar bookmarklarını paylaşır, hatta bunun için siteler bile yapılırdı (şimdiki dizin hizmetinin atası sayılırlar). Deneyimliler ise direkt olarak adresi akıllarından web tarayıcılarına giriverirlerdi. Ancak internet büyüyüp de Ciğerci Naci bile İnternette yer almanın doğru olduğunu görünce, işler biraz karıştı doğrusu. Artık birşey arayıp bulmak için ciddi, iyi düşünülmüş teknolojilere ve yerelleşmeye ihtiyaç vardı. Google, günümüzde bunu kısmen de olsa başarmış görünüyor. Hatta gelecek bu arama motorları teknolojisinin sonunu o kadar parlak göstermiş olacak ki Microsoft kalkıp Yahoo'ya reddemeyeceğini düşündüğü bir 44.6 milyar Dolarlık bir teklif bile götürdü. Yahoo bu teklifi zor da olsa geri çevirdi. Böylece günümüzün lideri Google'a gün doğmuş oldu. Tek başına tüm internetin indeksini 3 yedekli tutan dev birkaç sunucu havuzu ve reklam geliri destekli trafiği yönetmesi ile internetin bir köşesinde durup gelen geçenden para kazanmaya ve kazandırmaya daha da bir rahat devam etmeye başladı (%62 lik paya sahip Google'ın takipcisi olan Yahoo %40 larda, Microsoft ise %10 larda arama pazar payını ellerinde tutuyorar.) Bu durumda sitelere yönelen trafik büyük ölçüde arama motorlarından gelmeye başladı. Doğal olarak bu konu üzerine de eğilmek gerekti. Sitenizin arama motorlarından daha iyi trafik alabilmesi için arama motorlarına en iyi imkanları sağlamak için bir işkolu ortaya çoktı. Bu kavram şimdilerde genellikle seo (Arama Motoru Optimizasyonu) olarak literatüre yerleşti. Seo konusunda detaylı bilgi için bu linkteki foruma göz atabilirsiniz. Aranıp da bulunmak istiyorsanız ve bu size para kazandıracak bir durum ise muhakkak bu işlerden anlayan bir uzmandan destek almanız ya da oturup arama motoru optimizasyonu konularını incelemeniz iyi olacaktır. SEO ile ilgili bir iki öneri işinize yarayabilir. 1- Sitenizin trafiğinin ne kadarının arama motorları üzerinden geldiğini inceleyin. 2- Sitenizi görünür kılın. Örneğin tamamen salt flash ile yapılmış bir sitede arama motorları içerik bulamayacaklarından indeksleyip trafik göndermeleri söz konusu olamayacaktır. 3- Sitenizdeki sayfaların daha fazla okuyucuya ulaşmasını istiyorsanız çok gerekmedikçe, üyelik, şifre gibi şeyleri bırakın. Örneğin, günlük gazete iseniz üyelere satış yapıp içeriğinizi kapatacağınıza açık hali ile alacağınız trafikten elde edebileceğiniz reklam gelirini kıyaslayın. 4- Siteye trafik çekmek için cinlikler peşinde koşmayın. Oradan buradan kesip yapıştırarak alacağınız içerik başınıza iş açabilir. Bu işi deneyip yapan pek çok site olduğundan arama motorları da bu konuda karışık algoritmalar ve bazen de bir operatör denetimi ile sitenizi bulunamaz hale getirebilirler. 5- Sitenize verilen dış linkler son derece önemlidir. Abartmadan, belli sayıda sitenizle ilgili düzgün başka sitelerden ve bloglardan sitenize verilecek linkler ile arama sonuçlarında üst sıralara çıkabilmeniz mümkündür. Aman link sitelerinden uzak durun! Kaş yapayım derken göz çıkartmayın. 6- Bir içerik özgün olarak ilk yayınlandığı sitede indekslendiğinde, arama motorlarında adeta o siteye patentlenmiş olur. Bu içeriğin kopyalanması ve başka yerlerde kullanılması halinde arama motorları bu durunun farkına varabilecek teknolojiye sahip hale geldiklerinden bu cinlik sitenize pahalıya mal olabilir. Arama motorlarını yanıltmak herşeye rağmen mümkün olabilir. Ancak arama motorlarını da devamlı olarak bu gibi durumlar için iyileştirdikleri aklınızın bir köşesinde bulunsun. 7- Sitenizin iç haritasını oluşturup arama makinelerinin anlayabilecekleri formatta site içine yerleştirmeniz bulunurluğunuzu artıracaktır. Arama teknolojileri her ne kadar hayat kurtarıyor olsalar da ticari bir kaygıları bulunması nedeniyle bu işi ancak gerektiği kadar yapıyorlar. Halen daha hızlı olmasını dilediğimiz arama teknolojisi gelişiminden çok uzaklardayız. Ancak Microsoft'un bu konuya günden güne daha çok eğilmesi bu teknolojinin daha da hızlı gelişmesi için itici güç olabilir. 2009 ve sonrasında göz kamaştıran arama teknolojileri ortaya çıkar diye beklemek yanlış olabilir, ancak günden güne daha kolay kullanılabilien ve daha doğru sonuçlar getiren arama makineleri görebileceğimizi düşünüyorum... Sağlıcakla Kalın,

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Şirketçe nedir?

Farkındasınızdır Google büyük bir hızla büyüyor. Karşısında ise kimselerin dayanamadığı bir gerçek... Öyle ki; bir gün Google'ın İnterneti içinde barındıran bir şirket olması beni şaşırtmaz. Karşısında da rakip dayanmıyor desek yeridir. Peki bu kadar büyüyen bir dev diyelim ki bir Trex sağa sola dönerken kuyruğuyla etrafındaki küçük varlıklara zarar vermez mi? Bence verir. Bu nedenle alternatif oluşumlara zaman zaman göz atmakta fayda var. Bunlardan biri şirketçe. Şirketçe sitesi ticaretin İnternetin bir parçası olduğu gerçeğinden yola çıkarak kullanıcılar için başka bir pencere açıyor. Türk şirketleri ve ürünleri arasında düzenli sonuçlar ve dizinler sunarak doğru yere ulaşmak için kolay kullanım ve sonuç sağlıyor. Eğer hala denemediyseniz aradığınız ürünlere ve şirketlere bir de bu adresten ulaşın.

9 Mayıs 2008 Cuma

iPhone a Çinli Rakipler mi geldi yoksa?

Malum, artık neredeyse kimse tek tabanca, pardon telefonla dolaşmıyor. Bu basit ihtiyaçtan dolayı Çinli üreticiler ülkemize çift sim kartlı (aslında aynı anda aktif olduklarından tek telefona tıkılmış iki ayrı telefon söz konusu) telefonları bir bir göndermeye başladılar. Bu telefonlar, ufak tefek görünüm farklarının dışında genellikle tek bir üretim hatından çıkmış gibiler. Ancak yavaş yavaş ciddi rakiplere de göz dikmiyor değil Çinli çalışkan telefon üreticileri. Bu defa terletecekleri rakipleri Apple firması gibi duruyor. Aşağıdaki resimlerde bakınca biraz daha iyi anlayacaksınız ne söylemeye çalıştığımı. Soldaki iPhone, sağdaki ise Imobile Phone. Neredeyse aynısını üretmişler. Hatta güzel sayılacak geliştirmeler de yapmışlar. Mesela telefonun bataryasını değiştirmek için arka kapağını açmak yeterli. iPhone'da ise bunu servislere yaptırabilirsiniz. İki ayrı sim kart kullanabiliyorsunuz (biri aktif oluyor aynı anda)! Fiyat derseniz; 200 ila 150 Amerikan Doları verdiniz mi, sanal alışveriş sitesinden alabilirsiniz. Hatta yakında birileri ithal edip satmaya başlarsa şaşırmayın sakın. Özelliklerine geri dönecek olursak: Artılar: iPhone işletim sistemini tüm özellikleri ile cihaza gömmüşler (sanırım bu resmi olarak ithalini ve açık açık satışını baltalayacak bir durum). Çoklu dokunuşu destekleyen ekranı var (cihazı yan yatırınca resim de yatıyor mu orjinalindeki gibi bilgi yok). İki adet batarya ile satılıyor olması hoş bir durum (bataryasının sığası 1800 mA). Eksiler: Hafıza kartını siz alıyorsunuz ve sadece 2 GB destekliyor (iPhone 8GB hafızaya sahip). İki sim kart destekliyor ama sadece biri aktif durumda olabiliyor. Bu modeli bir yana koyalım illa iPhone olsun, ama içi Windows Mobile işletim sistemi olsun diye içinizden geçirdiniz mi bilmem ama Çinliler yapmışlar bile. Fotoğrafa bakan Apple yöneticilerinin verdikleri tepkiyi görmek isterdim doğrusu. Apple logosu ve ikonları ekranda arzı endam ediyorlar ama tepede bir start yazısı ile karşınızda Microsoft işletim sistemi. Kabus gibi birşey! Neyse bunun da fiyatı memleketimizde satılan WM makinelerle karşılaştırma kabul etmez. 335 Amerikan Doları! Artıları: Çift batarya, her biri 2800 mA. Yığınla özellik (kaynaklara göz atabilirsiniz) Windows Mobile İşletim Sistemi (bunu eksilere koysam daha iyi mi olurdu kararsızım) Eksileri: Çift hat desteklemiyor. Son Söz: İşin aslına bakarsanız marka patent ve telif haklarını ciddi bir şekilde ihlal ettiğinden, üretilse bile iPhone clonu (yani birebir aynısı) dünyanın hiç bir yerinde kolay kolay satılamaz. O nedenle de üretimi ve satışı cazip olmadığından bir ay kadar önce pek çok yabancı sanal alışveriş sitesinde yer alan bu model telefonlar piyasadan kalkıyor. Yerinizde olsam böyle bir telefonu alırken 100 kere düşünür öyle karar veririm. Ancak, teknolojinin aslında ne kadar kolay taklit edildiği, hatta aynısının yapıldığı, daha da ötesi üzerinde geliştirmeler ve iyileştirmeler yapılıp piyasaya sürülebildiğini göstermesi nedeniyle iyi bir örnek olduğundan burada ele aldım. Sağlıcakla kalın. Kaynaklar: http://www.yokami.com http://www.solomobi.com CoolT32i

22 Nisan 2008 Salı

Ya Biri İnternet'in Fişini Çekerse?

İnternet 15 seneden bu yana ülkemizde. Yapısı gereği ele avuca sığmayan bu haşarı yaşam şekli bir gün sona erebilir mi? Doğrusu, yanlışı ile dev bir bilgi birikimi olan İnternet'in hala bir sahibi yok. Göreli olarak denetimsiz olması ise bazen bazı devletlerin asabını bozabiliyor. Ülkemizdeki site erişimi engellemelerini kastetmiyorum. Pek çok ülke daha katı birtakım engellemeleri yapıyor. Bunlar da kötü şeyler tabi ama ben bunları da kastetmiyorum. Google mesela, birden bire kötü bir teşebbüse dönüşse sonuçları nasıl olur sizce? Site sahibi olanlar ve zaman zaman erişim istatistiklerine bakanlar bilirler. Arama makineleri özellikle de Google web sitelerine ciddi trafik gönderir. Kullanıcılar da neredeyse akıllarına gelen her şeyi arama motorlarına sormayı alışkanlık haline getirdiklerinden neredeyse alan adlarının (Domain Name) bir anlamı kalmadı. Örneğin ilköğrenim öğrencisi kızım 23 Nisan şiiri ararken belli bir siteyi gözetmezsizin Google'a aratıp istediğini buluyor. Hangi siteye gittiğini düşünmüyor bile. Adeta dipsiz bir kuyuya olta atıp akıllı olta iğnesi ile istediği kuark parçasını çıkartmak gibi bir şey. Peki günün birinde tüm arama makineleri ortadan kalkıverse, deyim yerindeyse biri fişlerini çekiverse. Ya da daha iyisi alan adı sunucuları kilidi vuruverseler. İnternet'in hali nice olur? Güç eğer bilgiye sahip olmak ise, bunu yapmak isteyecek birilerinin olması ihtimali her zaman vardır. İş dünyasının İnternetsiz kalması bile ciddi sıkıntılara neden olabilir. Denemesi bedava. İnternet erişiminizi sağlayan modeminizin açma kapatma düğmesini kapatın ve bir gün boyunca böyle kalsın. Bu arada siz de bağlanmanın sizin için olan önemini kavrama şansını elde etmiş olursunuz. Bu durum devam ederken web tarayıcınızı açın ve arama kutucuğuna birşeyler yazıp “enter” tuşuna basıp koca bir sonuçsuzlukla başbaşa kalın. Sanırım durumu anladınız değil mi? Bilinçli olarak bir devletin ya da bir şirketin tüm bu bilgiyi ele geçirmesi ya da istediği gibi yönlendirmesi hayal gibi görünüyor olabilir. Ancak olmayacak bir durum değil. Peki şartlar olgunlaşır da bir şekilde İskenderiye Kütüphanesinin başına gelenler İnternet'in başına gelirse. Dev ağ bir şekilde erişilemez hale gelirse ne olur? İşin aslı şimdilik pek bir şey olmaz. Bölük pörçük de olsa bilgi bir şekilde basılı olarak elimizde mevcut. Şüphesiz bu birikim üzerine hiç taş konulmasa bile birkaç yüzyıl daha dünyanın dönmesine yeter. Ama unutmamak lazım, şu anda Eski Muhteşem Mısır uygarlığının yerinde yeller esiyor. Bu bir kere olduysa gene olabilir. İnternetsiz kalmamanız dileğiyle.

10 Nisan 2008 Perşembe

Kahvede Beyin Fırtınası

Artık o kadar çok kafe açıldı ki yakında tematik kafeler ortaya çıkarsa buna şaşırmamak lazım. Aklıma bir tür kişisel gelişme temasını izleyen müdavimlerinin kendilerini yeniden yaratabilecekleri, bu arada kafenin kaynaklarını da sonuna kadar kullanabilecekleri bir model geliyor... Tematik Kendini Geliştirenler Kafesi. Tabi ki kahvede beyin fırtınası yapmak fikri, uçuk bir fikir. Ancak bazen kahvelerde yapılan vatanı kurtarma turlarını yaratıcı beyin cimlastiklerine dönüştürmek bu yolla mümkün olabilir. Bu işi oyuna dönüştürecek olursanız tadından yenmez bir durum elde edebilirsiniz. Kafenin müdavimleri, tabiattaki ve sosyal hayattaki problemleri algılayabilmelidir. Problemlerin farkına varmayan kişinin onun üzerinde düşünmesi ve çözümler üretmesi mümkün değildir. Kafe müdavimlerine problemleri buldurma alıştırmaları yaptırmalıdır. Örnek olarak; trafikteki problemler, çevre kirlenmesi problemleri, futbol karşılaşmalarındaki pozisyonlar v.s. üzerinde sık sık taramalar yaptırılmalıdır. Bakalım elimizde ne gibi metotlar var? Brainstorming: Yani beyin fırtınası. Amerikalı reklam danışmanı Alex Osborn tarafından geliştirilmiştir. En az yedi ve en çok oniki kişiden biraraya gelen bir grup 15-30 dakika kadar belirli bir probleme çözümler bulmak için biraraya gelirler. Nasıl uygulanır? 1. Hayal gücü hiç bir şekilde sınırlanmıyacaktır, teklifler mümkün olduğu kadar «çılgınca» olmalıdır; 2. Nitelikten çok nicelik aranmaktadır, ne kadar çok yeni düşünce ortaya çıkarsa o kadar iyi; 3. Teklifler hiç bir şahsın malı sayılmaz; 4. Teklifleri herhangi bir şekilde eleştirmek kesinlikle yasaktır. 5. Önce söylenen bir tekliften esinlenerek ona benzer başka bir çözüm veya ona bir ek, veya katkı da bulunmak mümkündür. Hatta özendirilmelidir. Toplantıyı yöneten sıra ile söz verir, bütün öneri, tavsiye ve çözümler ya bir teybe alınır, ya da kaydedilir. Sonuçları gözden geçirilir ve en uygun olduğu düşünülen çözümler değerlendirilir.

635 Metodu: Beyin fırtınası tekniğinin bir sistematik çerçevesinde uygulanması için geliştirilmiş bir metottur. Metodun adı olan 635 sayısı aşağıdaki kombinasyondan gelir.

  • 6 katılımcı
  • 3 fikir (her turda katılımcı başına)
  • 5’er dakikalık 5 tur
  • 635 metodu için hazırlanmış form
  • Uygun bir çalışma ortamı
  • 1 – 1,5 saat süre

Uygulama

1. Çözülmesi gereken bir problem bulunur.

2. Her katılımcıya 635 formu dağıtılır.

3. Problem açık ve net şekilde tanımlanır ve anlaşılmayan noktaları açıklığa kavuşturulur.

4. Problem tanımı her katılımcı tarafından 635 formunun başına yazılır.

5. Her katılımcı ilk 5 dakikalık turda 635 formundaki ilk satıra üç fikir ve yanına ismini yazar.

6. 5 dakikalık süre dolduğunda katılımcılar ilk satırını doldurduğu formu diğer katılımcıya verir (formlar dairesel olarak değiştirilmeli, aynı form iki katılımcı arasında gidip gelmemelidir).

7. Daha sonraki turda, katılımcılar önlerine gelen formdaki diğer katılımcılar tarafından yazılan fikirleri okurlar ve üç yeni fikir daha yazarlar (formda yazılı olan fikirleri okuyarak onlardan esinlenmek veya o fikirleri geliştirmek serbesttir ve yapılmalıdır).

8. 5 dakikalık sürenin dolumu ile formlar bir sonraki katılımcıya verilir ve bu iş daire tamamlanana kadar sürdürülür (turlar ilerledikçe form üzerinde okunması gereken daha fazla fikir olacağından, son iki turda katılımcılara 6-7 dakika verilmelidir).

9. Dairenin tamamlanması ile formlar incelenir. Kullanışlı fikirler işaretlenir ve tahtaya yazılarak (veya projeksiyondan yansıtılarak) tartışılır.

10. Tartışmanın sonucunda en uygun fikirler seçilir.

Alternatif Yöntem: Kahveye "Yaratıcı Problem Çözme Teknikleri" konusunda uzmanlaşmış bir eğitim danışmanı çağrılır. Saatine 100 YTL ödenerek, sabahtan akşama kadar eğitim adı altında zaman geçirilir. Akşam herkes yorgun ve mutlu bir şekilde aynı zamanda da problemi unutmuş bir halde evlerine gider. 25 kişilik gruplar için idealdir. Kaynaklar: http://www.guncelbilgiler.com/dusunme-teknikleri-beyin-gelistirme-yontemleri-zeka-akil http://www.innocentric.com.tr/ http://www.dersimiz.com/eyazim/yazi.asp?id=59

Zamanın Sonu: Ölüm ve Varoluş

Genellikle ölüm korkusu ya da endişesi ile yaşarız. Büyük olasılıkla bu, yaşadığımız sürece, bir gün geldiğinde öleceğimizi bilmemizden kayn...