Hindistan’da, hükümet 10 dolarlık laptop üretecek. Bilgisayarın tanıtım toplantısı bugün yapılacak.
Hindistan’da, hükümet 10 dolarlık laptop üretecek. The Times gazetesinin web sitesinde yer alan habere göre, Hintli yetkililer, daha fazla ayrıntı vermedikleri laptop’ın lansmanını bugün yapacak. Bu laptopla, bilgisayar teknolojisi kullanımında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurumun kapatılması hedefleniyor.
Kaynak: http://www.internethaber.com
-------------------------------------------
Kayserili hesabı o laptop 5 dolardan fazla etmez.
Diğer yandan güzel bir hayal 10 dolara bilgisayar.
Geçtiğimiz dönemde 100 dolara az gelişmiş ülkelerdeki çocuklara yönelik olarak üretilmesi planlanan bilgisayarlardan yola çıkılarak Asus tarafından eeePC üretilmiş. 200 dolar fiyatla satılacağı lanse edilmiş, ancak 400 USD'ından yüksek bir fiyatla piyasaya sürülmüştü. Çok başarılı bir satış grafiği izleyince de diğer firmalar da onu izleyip pıtrak gibi netbook üretip sattılar. Halen piyasamızda 700 TL ve üzerine bulmak mümkün.
İşlemci üreticisi Intel ise sınırlı bir destek veriyor bu tür aygıtlara. 1.6 Ghz Atom işlemcinin bir türlü gelişmişleri çıkmadı piyasaya. Oysa işlemci üreticileri için 2 yıl oldukça uzun bir süredir. Bu kadar çok satan bir ürün, işlerine gelse haftada bir yenilenir.
Bakalım bekleyip görelim 10 dolara ne çıkacak ortaya...
Alan adı (domain name) internetteki adınız ve adresinizdir. Bu adres adınız soyadınız olabileceği gibi bazen firmanızın unvanı ya da markası olabilir. Ancak böyle bir sınırlama ile bağlı olmadığınızı belirtmekte fayda var. Bazen en anlamsız gibi görülen alan adları en büyük markalar haline gelebilir. Buna en iyi örnek olarak Google verilebilir.
Alan adı olarak bildiğimiz adres kullanıcıların web sitelerine erişimine yarar. Alan adları, bir ip (Internet Protocol) adresine yönlendirilirler.
Aynen telefon rehberinde (hani eskiden evlerde telefonların altında dururdu, kalın ansiklopedi gibi olan kitap) ulaşmak istediğiniz birinin adını soyadını ve adresini bulup, doğrulayıp telefon numarasına erişmeniz gibi. Yanlız bu sefer insan sayfa cevirme ve algılama hızıyla değil neredeyse ışık hızıyla yapılıyor sorgulama.
Özetle, alan adı, ağdaki (İnternet) bilgisayarların birbirini tanımasını sağlayan bu rakam sisteminin daha basit ve akılda kalan kelimelerle ifade edilmiş halidir. Herhangi bir alan adını tarayıcının adres kısmına yazdığınızda bilgisayarınız bunu alan adı sunucusuna sorup, bu alan adını önce ip adresine çevirir, daha sonra sizi bu ip adresine sahip bilgisayara ulaştırır. Web sitenizi ziyaret etmek isteyecek kişiler ip adresinizi bilemeyecekleri için bir alan adı alarak sitenize akılda kalıcı bir adres belirlemek gerekmektedir.
Alan adı konusunda ülkemizde 1991 yılından itibaren, ODTÜ, Nic.tr (".tr" Alan Adları) Yönetimi bünyesinde devam eden ".tr" uzantılı alan adları tahsisi, mevcut kurallar dahilinde ve "Registry-Registrar (Kayıt otoritesi - Kayıt operatörü)" iş modeli uygulamaları ile yaygınlaştırılmaya başlanmıştır. Belirlenen yeterliliklere sahip olan az sayıda firma üzerinden direkt olarak "tr" uzantılı alan adlarını (domain) almak mümkündür.
Bunlardan biri de dns.com.tr'dir.
Özellikle İsimSoyad.com.tr veya net.tr alan adları konusundan konuya yaklaşacak olursak, sadece T.C. Kimlik numarası girerek çok kısa sürede alan adınıza ulaşmak ve kendi web sitenizi yayınlamaya başlamak ya da blog sitelerinde tutmakta olduğunuz günlüklerini bu alan adı üzerinden paylaşıma sunmak, giderek daha populer hale gelecek gibi görülmektedir.
Alan adı kaydı (tescili) yaptırmak istemeniz halinde uzantılar konusunda önünüzde çeşitli seçenekler bulunmaktadır.
Kayıt Sırasında Belge İstenen Alan Adları
".com.tr" Şirketler için farklı, İsim Soyad için T.C. Kimlik Numarası yeterli olup bedeli daha ucuzdur),
".net.tr"
".org.tr"
".gov.tr"
".mil.tr"
".k12.tr"
".edu.tr"
".bel.tr"
".pol.tr"
".av.tr"
".dr.tr"
Yukarıdaki türlerden birinde olan alan adları için çeşitli belgeleri temin etmeniz gerekmektedir. (Bunların neler olduğu konusunda örneğin http://www.dns.com.tr alım yaparken size ne tür belgelerin gerekeceğini gösterecektir).
Kayıt Sırasında Belge İstenmeyen Alan Adları
".bbs.tr"
".name.tr"
".tel.tr"
".web.tr"
".gen.tr"
".biz.tr".
".info.tr"
".tv.tr"
Bölüm 2
Xantaar
Duvardaki televizyona bağlı taşınabilir bilgisayarından aldığı mesajı içine sindirmeye çalışıyordu. 2 gün önce üstlerinden aldığı emirle yıllar önce 15 yıl yaşadığı Türkiye’ye dönmüştü. 70 yaşlarında esmer, saçlarının büyük bölümü dökülmüş, 1.90 boylarında 120 kilo kadar gelen karizmatik görünümlü bir adamdı. Birlikte çalıştıkları ona Xantaar diyordu. Yıllardır kullanmadığı gerçek adını ve milletini neredeyse unutacaktı ama yaşlanan beyni eskileri daha dün gibi hatırlıyordu. İçindeki sızı onu günden güne güçlendirmiş. Hırsı ise onu güçlü ve zinde tutmuştu.
Bolivya’da son işinin üzerinden fazla geçmemiş olmasına rağmen, Kamboçya’daki evinin keyfini fazla çıkartamadan kendini burada bulmuştu. Türkiye bu akşam "anlaşılmaz olaylar yaşayacak" diye geçirdi içinden. Eşyalarını toparladı elindeki 1,5 litrelik plastik yağ şişesine bavulundan çıkardığı ilaç tomarından iki mavi-beyaz tableti atıp kapağını kapattıktan sonra şişeyi kuvvetlice salladı.
Çantasına koyduğu şişe ile otel odasından dışarı çıkarken sızlamakta olan bacaklarına aldırmadı.
***
Ergir Hoca az önce yaşadıkları buluş keyfinin verdiği rehavetle arabasına bindi. Henüz birkaç aylık olan araba hala yeni araba kokusunu kaybetmemişti. Hibrit arabanın konsolundan güvenlik kodunu girdi ve güç kaynağı ile ilgili seçenekler çıktığında, elektriği seçip hareket etti. Verimli çalışan, güncellenip kuvvetlendirilmiş Wankel motoru da seçebilir ya da otomatik motor seçeneğine dokunabilirdi ama karbondioksit emülsiyonuna fazladan katkıda bulunmak istemiyordu. Son yirmi yılda ortaya çıkan ısınmanın sadece ineklerden kaynaklanmadığını biliyor ve bu hassas konuda elinden geleni yapıyordu.
Ankara'nın 50 kilometre kadar ilerisinde Temelli'deki evine giden Eskişehir yolunun girişine kadar arabasını kendi sürdü. Anayola ulaştığında araç yönetim sisteminde bulunan seçenekler arasından "ev" yazanı bulup üzerine dokundu. Ardından eğlence seçenekleri arasından her zaman yolculuğa çok uygun olduğunu düşündüğü James Last orkestrasını arayıp buldu. Rocky filminin müziğinin üzerine dokunup arabanın içine yayılan ses ziyafetini başlattı.
Bir yandan da Fizik dünyası için ne kadar önemli olabilecek bir gelişmeye imza attıklarını düşündü. Evrenin dengesini etkileyen en önemli kuvvetlerden birini nasıl etkileyebileceklerini bulmuşlar mıydı acaba?
Kupanın haline bakılırsa büyük ihtimalle maddeyi birleştiren atomların bir arada durmalarını sağlayan kuvveti değiştirebilmişlerdi. Askerlerin istedikleri silah da yan ürün olarak ortaya çıkmıştı. Bunun anlamı çok açıktı. Ar-Ge faaliyetlerini uzun bir süre daha sürdürmeye yetecek fon için artık daha fazla çabalamaya gerek kalmamıştı.
Fizik hakkında bilinen pek çok şey etkilenecek, belki de "Ekipçe Nobel Fizik ödülünü almayı becereceğiz?" diye düşünmek keyfinin daha da çoğalmasına yetti. Ardından arabanın konsolundan proje sunucusuna erişip makalesi ile birlikte deneyin sonuçları hakkında fikir verebilecek olan dosyaları CERN’den tanıdığı ve güvendiği parçacık fizikçilerinden oluşan gruba gönderdi.
Araba kalabalık trafiğin hızla hareket etmekte olduğu yolda seyrederken "Deneyi ve sonucunu gördüklerinde oturdukları yerden fırlayıp düşecekleri" fikri ise için için gülmesine neden oldu. Fizik tarihinde önemli bir adım bu gün Ankara’da atılmıştı. En komik olanıysa bu gün yaptıkları buluşa verdiği isimdi. "Helinaportal Kaos Makinası". Dayanılmaz bir evlilik de yaşamış olsalar Helina en azından bu kadarını hak ediyordu. "Onun gibi bir kadın gerçekten Kaos makinesine verilecek en iyi isim olmalı" diye düşünmekten kendini alamadı. — Ertesi sabah mesajı aldığında ne yapacak gerçekten çok merak ediyorum, diye kendi kendine konuştu ve ardından da gevrek kahkahasını bastı. Sonra düşüncelerinden kurtulup, kendini müziğin ritmine bıraktı.
Bir süre yol aldıktan sonra yanından geçen arazi tipi bir araç biraz ileride sağa doğru şerit değiştirerek Ergir hocanın arabasının önüne geçti. Ergir hoca öndeki arabanın ışıklarını neredeyse ön camına kadar yaklaşmış hissine kapıldı. Ergir hoca, önden giden arabayı bir süre daha merak eden gözlerle takip etti. Ancak neredeyse arabasının otomatik olarak hızını azaltmasına neden olacak gibi giden öndeki araba aniden emir almışçasına hızlandı ve diğer araçların arasından sıyrılıp ufukta kayboldu. Havalandırmadan sızan yanmamış benzin kokusu ise fazla dikkatini çekmedi. Araç hızla yoluna devam ederken bir süre sonra hoş bir rahatlama hissetti.
35 dakika kadar sonra araç oturduğu sitenin girişine ulaştığında profesörün bedeni çoktan kaskatı kesilmişti. Derisinin rengi soluklaşmış, gözlerinin bebekleri büyümüş ve suratı şaşkın bir ifade takınmış gibiydi, ölümün soğuk ifadesi.
Girişteki güvenlikçi, her zaman durup, hatır soran profesörün neden yavaşça geçip gittiğini anlayamadı. Ancak merakını yenemeyip az önce ileride park etmiş olan arabanın yanına yaklaşıp camdan içeri bakınca içi ürpererek durumun farkına vardı. Kapıyı açmaya çalıştı ama kitliydi. Duraksamadan telefonuna sarıldı...
***
Tünay en az diğer ekip üyeleri kadar keyifliydi. Hacer dışında tüm ekip üyeleri arabalarına atlayıp gitmişti. Yalnız başına binanın ilerisinde dikilen Hacer'e seslendi. — Hayırdır, sen neden hala buradasın? Hacer gülümseyerek cevap verdi: - Bugün arabama binmek istemedim. Taksi bulup dönmeyi düşünüyordum. Bunun üzerine Tünay "İstersen seni bırakayım" dedi. Hacer kabul etti ve birlikte arabaya bindiler. "Eryaman'da oturuyordun değil mi?" diye söze başladı Tünay. Evet, yeni yapılan "Sunar Konaklarında" dedi Hacer. Güzel kızın yumuşak ve kadınsı yüz profili dışarıdan sızan ışıkta belirginleştiğinde Tünay derin bir nefes aldı. Tam konuşmak için ağzını açacaktı ki... — Bir yerlere gidip bu günü kutlayalım mı, çok yorgun değilsen, diye sordu Hacer. Tünay afallamakla birlikte aylardır yapamadığı girişimin Hacer'den gelmesiyle rahatlama hissetti. "Geçen sene hep beraber Ercan'ın yaş gününü kutladığımız bara gidelim." dedi Hacer. 15 dakika sonra Tandoğan'daki otelin kapısından içeri girip üst kattaki bara varmışlardı.
Hacer bara oturup barmenden bir Martini Bianco istedi. — İçine iki yeşil zeytin istiyorum kalan zeytinleri de bir servis tabağına koyup buraya bırakabilir misin? Ha bir iki de kürdan diye ekledi. Barmen başı ile olumlu yanıtladıktan sonra Tünay'a döndü. "Aynısından." dedi Tünay. Hacer, "Emin misin? Nazik olmak için daha önce "ilaç tadında" dediğin bir içkiyi ısmarlamana gerek yoktu." dedi. "Sen seviyorsan ben de seviyorum" deyiverdi Tünay, genç kızın gözlerinin içine bakarak.
***
Otel odasının kapısı şiddetle yumruklandı. Ani uyanmanın verdiği kalp çarpıntısı ve engellenemeyen titremeye rağmen Tünay'ın gözü önce yanında benzeri bir şaşkınlıkla yatakta doğrulmuş olan Hacer'e daha sonra da komidinin üzerinde duran saate ilişti. 03:42. Kapının ardından kendinden emin, ancak pek tehditkar olmayan bir ses duyuldu: -Tünay bey açın, ben Ulusal Güvenlik'ten Yüzbaşı Ümit Yücelen.
Kapıyı aralayan Tünay, "Ne oluyor? Pek müsait değilim." diye gevelerken. 30 yaşlarındaki yüzbaşı, sakin olun, sizin ve Hacer hanımın güvenliğin sağlamak üzere görevlendirildim. Hızlı hareket edersek sizi ekibimizle birlikte yakınlardaki güvenli bir yere götürebiliriz. Profesör Ergir ÇAĞDAŞ’a saldırılmış. –Ne oldu, durumu nasıl, diyerek kapıya yönelen Hacer’i yukarıdan aşağı şaşkınca süzen yüzbaşı, - Acele edin nasıl bir tehdit ile karşı karşıya olduğunuzu bilmiyorsunuz, dedi.
Kısa sürede hazırlanan ikili kendilerini bekleyen 4 kişi ile birlikte servis asansörünü kullanarak garaja indiler. Aşağıda kendilerini sivil plakalı yeni bir karavan bekliyordu. Hızla bilinmeyen bir yöne hareket ettiler.
***
Ercan, Laboratuardan çıkmadan önce tüm sonuçları içeren dosyayı Albay Okan'a gönderdi. Yarın çok protokol işimiz olacak diye düşünürken belli belirsiz sırıttı. Bir yandan da aynı deneyi tekrar yapıp aynı sonucu alıp alamayacaklarını düşünüp biraz endişelendi. Ama ne olursa olsun eve gidip dinlenmekten başka bir düşüncenin kendisini meşgul etmesine izin vermeyecekti. Diğerleriyle birlikte dışarıda buldu kendini. Serin bir ilkbahar akşamında gökyüzü tertemiz ve bulutsuzdu. Pırıl pırıl parlayan samanyoluna bir an gözü takıldı. Ne muazzam bir enerji diye düşündü. Saman yolunun içinde sıradan bir toz zerreciğinin üzerinde yaşayan insanlık sonunda tüm evrenin varlığının asıl sebebini anlayacaktı. Ayaklarındaki yorgunluk ağrısı düşüncelerini unutturdu. Eve vardığında üzerindekiler koridorda çıkartıp kendini duşa attı.
Duştan çıktıktan az sonra kapısı çaldı. Gelen karşı komşusu Güner’di. -Nerede kaldın oğlum kızlar geleli neredeyse 2 saat oluyor. Bak, unuttum deme, bunu ayarlamak için 4 gündür uğraşıyorum. Manyak bir gece olacak dedi. Ercan doğal olarak film gecesini unutmuştu. Fazla uzatmadan.
-Tamam ne olur sen az daha oyala onları giyinip geliyorum dedi. Aceleyle çıkarken telefonunu almayı unuttu.
Karşı kapıyı çaldığında neyle karşılaşacağını bilmeyen ilkokul öğrencilerinin heyecanı ile kalbi hızla atıyordu. İçeri girdiğinde birbirinden çekici iki hanımı gördüğündeyse heyecandan titremeye başlamıştı bile.
***
Nelin laboratuardan çıkar çıkmaz arabasına ilk ulaşandı. Hızla yola çıktı ve peşinde birileri var mı diye kontrol ettikten sonra yakınlardaki karargâha doğru sürdü arabasını.
İçeri girdiğinde her zamanki gibi kendisini bekleyen üç yüksek rütbeli ancak adlarını bile bilmediği subaya günlük raporunu verdi. En sağda oturan subay Nelin daha sözlerini tamamlamadan yerinden kalkarak aceleyle dışarıya çıktı.
Karşısındaki 40 yaşlarındaki babacan tavırlı olanı, -Bu seviyeye gelmiş bir proje için biraz kaygılanmamızı doğal karşılayın lütfen. Tedbirli olmak daha sonra geri döndürülemeyecek olaylara üzülmekten iyidir, dedi. Nelin şaşkın bir sesle, "anlıyorum, şimdi evime gidebilir miyim az sonra sevdiğim dizim başlayacak kaçırmak istemiyorum" dedi. Babacan tavırlı subay, "tedbirlerden biri de bu geceyi burada güvende geçirmen olur Nelin, merak etme konuk odamızda her türlü konforu ve tüm dünya dizilerini seyredebileceğin eğlence sistemini bulabilirsin" dedi.
Nelin, istemeden de olsa işlerini bilen bu beyleri dinlemenin akıllıca olacağını bildiğinden itiraza yeltenmedi. "Teşekkürler" diyerek odadan çıktı. Kapıda bekleyen onbaşı Nelin’e odasına kadar eşlik etti.
Önceki Kısımdan devam...
Yaklaşık onbir saat'ten beri beş kişiden oluşan ekip hararetli bir şekilde deney sonuçlarını gözden geçiriyordu. Ercan sonunda isyankar bir sesle "ben bir kahve içeceğim isteyen varsa söylesin" dedi. Siparişleri aldıktan sonra da laboratuvarla gözlem odasını ayıran koridorun sonundaki kahve makinasına yöneldi.Hacer, yarım saatten uzun süredir kucağında kurcalamakta olduğu ince tablet bilgisayardaki hesaplamaların dökümünü bir kez daha kontrol ettikten sonra arkada çalışan Ergir Hoca ve ekibindeki Nelin ve Tünay'ı irkiltecek bir ses tonuyla bağırdı. "off yaa, bu kadar saat nasıl oldu da farkına varmadık anlamıyorum".Ergir hoca merakla, "nedir farkına varmadığımız?" diye sordu. Tam o sırada Ercan elindeki karton tepsi ve üzerinde 5 bardak kahve ile içeriye girdi. Bir yandan da "iki dakika çıktım arkamdan neler çeviriyorsunuz" diye takıldı.Hacer derin bir nefes aldıktan sonra anlatmaya başladı. "Öncelikle, beceremedik!". Ardından soluk soluğa anlatmaya başladı.-Biliyorum böyle söyleyince biraz salakça gelecek ama, kupanın eksik parçaları aslında eksik falan değil. Evrenin diğer köşesine de ışınlandığı yok... Kadın bu sözlerin ardından ciğerlerinde kalan tüm havayı boşaltır gibi yaptı ve omuzlarını çökertti. Günler geçmiş gibi gelen kısa bir sessizliğin ardından... Odadakiler rahatsızca kıpırdandılar. Ergir hoca "eee nasıl açıklamayacak mısın?" dedi.Hacer ellerini öne dua eder gibi uzatıp sözüne devam etti. - Yanılıyor olamam, defalarca kontrol ettim. Bu kupanın kütlesinde herhangi bir değişiklik olmamış. Nasıl oluyor bilmiyorum ama kupanın tamamı burada, her ne kadar önemli bir parçası yok olmuş gibi görünse de aslında hala orada duruyor. Elimizi uzatıp eskiden kulpun devamında olan yüzeye şu anda dokunamıyorsak da orada duruyor işte.Ercan kahvesinden aldığı yudumu dilini ve ağzını yakmamak için ağzının içinde bir iki kere dolandırdıktan sonra, -Hadi canım hepimiz ortaya çıkan enerji patlamasını gördük.Maddeyi enerjiye çevirdik işte madde ve antimadde bir araya geldi ve ortaya çıkan enerji az kalsın gözlerimiz kör ediyordu.Tünay bir yandan keçi sakalını sıvazlarken, diğer yandan ortaya atılıp Ercan'ın yanına geldi. Ukala bir tavırla Ercan'ın suratına doğru yaklaştı ve sırıtarak: - Kardeşim bir şey gözünden kaçıyor. Evet, büyük bir parıltı gördük, ama bu kadar enerji ortaya çıkmasına rağmen kupa hiç bir yere savrulmadı. Laboratuvarın hiç bir yerinde yanık izi ya da kokusu da oluşmadı. En önemlisi hiç ses çıkmadı. Ahh, unuttum, Nelin korkup çığlık atmıştı. Nelin elindeki bitmiş kahve bardağını Tünay'a fırlatıp "salak şey" dedi. Bardak havada uçarak Tünay'ın koltuk altından geçip odadaki tek beyaz önlüklü olan Ercan'ın önüne karın hizasının hemen altına, tam olarak, bozuk fermuarının üzerine çarptı ve kalan az miktarda kahve önlükte belirgin bir leke oluşturdu.-Hah işte bu tam oldu sağol! diye çıkışan Ercan'dan özür dilemek üzere elini kaldırdı Nelin, yüzünü buruşturarak.O ana kadar birşey söylememiş olan Ergir hoca - Tabi ya, içinden geçiyoruz. dedi. Nötrinoların zamanın başından beridir yaptığını biz şimdi bu kupaya yapabiliyoruz. Aslında atomların arasında hatta içlerinde önemli miktarda bir boşluk bulunduğunu biliyoruz. Eğer yeteri kadar küçük bir parçacıksanız dünya tüm som kütlesine ve sert kayaç yapısına rağmen sizin için uzay boşluğu gibidir. Bu nedenle nötrinolar dünyanın, hatta rastladıklarında bizlerin içinden geçip gider. Hiç bir etki yaratmadan ve hissedilmeden. Tıpkı sevimli hayalet Casper'ın duvarların arasından geçip gittiği gibi. İyi de, bu nasıl olup ta bizim orada olmadığını gördüğümüz, dokunamadığımız dahası tarayıcılarımızın da tespit edemediği kupa parçasının hala orada olduğunu açıklamıyor ki...Hacer gözlerini kısarak -Evet aynen dediğiniz gibi hocam, göremiyoruz, dokunamıyoruz ama orada işte. Kütlesi ise neredeyse deney öncesindekinin aynı.Nelin elindeki tablet PC'den kafasını kaldırdı ve "İşte eksilen o önemsiz kütle ortaya çıkan enerjinin nedeni. Aynı enerji kupanın şu anda göremediğimiz kısmını kararsız hale getirdi. Atomları ara bir faza ya da alternatif bir başka gerçekliğe geçti. Ancak belki de atomlar birbirlerinden ayrılmadı sadece uzaklaştılar. Spagettileşmek üzerelerdi, ancak onları her ne durdurduysa, hala bu kupa ile bir bağlantıları var." dedi.Ergir hoca yorgun ve uykulu gözlerle ve biraz da ekibinden duyduğu gururla bakarken bir yandan da kafasını kaşıdı ve "hıım, anlayacağız ama bu halde değil. Ercan, sen deneyle ilgili kayıtların bir kopyasını Okan Albay'a gönder. Müjdeyi de ver. İstedikleri silahı sanırım bulduk. Ben eve gidip yatacağım. Sizlere de öyle yapmanızı öneririm. Yarın ve izleyen günlerde yapacağımız çok iş olacak." dedi.
Gerçekten çok yorgun olan ekip üyeleri evlerine dağıldılar.
Devam edecek... Not:
Bu hikayedeki olaylar ve insanlar hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki olası olaylar ve kişi isimleri ile benzerlikler tamamen rastlantısaldır.
Bölüm 1
Kupa
Bölüm tuvaletinin kapısı hızla açılırken, kapının duvara çarpan kolu duvardan küçük bir porselen parçası daha koparttı. Profesör Ergir ÇAĞDAŞ, hızlı adımlarla favori klozetinin bulunduğu sonuncu tuvalet bölmesine yöneldi. Üniversitenin öğretim üyelerine ayrılmış def-i hacet dolabı (öğretim üyeleri kendi aralarında öyle söylüyorlardı) o gün de her zamanki gibi naftalin ve sidik karışımı kokuyordu. Profesör belli belirsiz, "adamlar atomu parçacıklarına ayırmak için çalışıyorlar ama halen yere damlatmadan işlerini göremiyorlar" diye söylendi. Gerçi kaçınılmaz olarak, fizik kuralları gibi erkek fizyolojisine ilişkin kurallar kusursuz işliyordu. Göbek çevresi yaşla bağlantılı olarak genişlerken, erkeklik organı da adeta giderek küçülüyor, görünmez oluyor, dolayısıyla hedef tuturmak da güçleşiyordu, prostat da cabası. "Bu kadar yaşlı adamın arasında işim ne?" diye bir kez daha sinirli sinirli kafasını salladı.
Tuvalet bölmesinin kapısını kapatıp kapının kilidini çevirdi. Zaman zaman bir anlamda sığınma mekanı olan tuvaletin bölmesinde kendisi ile başbaşa kalmıştı işte. Burası genellikle koşuşturma ile geçen günler içerisinde durup, düşüncelerini, projelerini, hayatını gözden geçirdiği yerdi. En çok da başarısızlıkla biten altı buçuk yıllık evliliğini. Birden kafasındaki özel hayatına ilişkin düşünceler belirsizleşip yerine üzerinde çalışmakta olduğu projenin detayları akmaya başladı. Tüm hesaplar tamam olmasına tamamdı da, quantum mekaniğinin puslu yasaları bir türlü istediği sonucu elde etmesine izin vermiyordu. Birden 2000'li yıllardaki CERN macerası aklına geldi. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) için yıllarca emek vermiş ve zaman zaman bir fizikçiden çok, bir inşaat işçisi gibi çalışmıştı. 10 Eylül 2007 tarihinde asrın deneyi için başlama vuruşu yapıldıktan sonra bilgisayar sisteminin karşısında dona kalışı aklından çıkmıyordu. Sistemdeki açıktan faydalanıp LHC'nin (Compact Muon Selenoid) CMS detektörünün www.cmsmon.cern.ch adresinde tutulan sitesine saldırıp gönderdikleri alaycı mesajlarla sistemdeki açıktan dolayı dalga geçen Yunanlı hacker grubu (kendilerine Yunan Güvenlik Takımı diyorlardı) "burada da mı buldunuz bizi belalı komşularım" dedirtmişti. Gerçi deneyle ilgisi olmayan basit bir web sunucusunu bir süreliğine ele geçirmişlerdi ama gene de tüm dünyanın dikkati deneye odaklanmışken böyle bir olay yüzünden haftalarca meslektaşlarının alaylı mesajlarına cevap yazmak zorunda kalmıştı. Oysa deneyin gerçekleşmesini ve sonuçlarının alınmasını izleyen yıllarda "Kara Madde Enerjisine İlişkin" edinilen bilgilerin ışığında fizikte çok yol almıştı.
Helina ile İsviçre'de tanışıp kısa süreli bir birliktelik sonrası evlenmişlerdi. Tipik Finli kadın gerek fizik konusundaki bilgisi, gerek güzelliğiyle bir anda hayatını değiştirmişti. Kadının evlilik sonrası birkaç yıl içerisinde çılgın bir cadıya dönüşmesi dışında hayatlarında yanlış giden hiç bir şey olmamıştı bir bakış açısıyla. Aynı ortamda çalışmak ve ikisinin de insan üstü bir ihtirasla bağlı oldukları meslekleri ve tonlarca ortak konu evliliklerini ayakta tutmaya yetmemişti işte. Gene de Büyük Hadron Çarpıştırıcısından 2009 sonbaharında elde edilen verileri, O olmasa değerlendirip işe yarar hale getirmek bu kadar kolay olmazdı diye düşündü.
Birden iki yan taraftaki bölmeden gelen sifon sesiyle tüm düşünceleri dağılıverdi. Yakından gelen ses okkalı bir küfür salladı. Dayanamayıp seslendi: "hayrola Ercan bey ne oldu?" Cevap tereddütlü ve titrekti. Ergir hocam, kusura bakmayın orada olduğunuzu bilmiyordum fermuar elimde kaldı da...
Ercan, gelecek vadeden bir elektronik mühendisiydi. Onu birlikte üye oldukları amatör telsiz derneğinde tanımış yanına asistan olarak yetiştirmek üzere almıştı. Gerçi bunda yakın zamanda ordudan aldığı araştırma projesinin de etkisi yok değildi.
Şevkatli bir sesle "oğlum git laboratuvar önlüğünü giy, akşama kadar da çıkartma, üzüldüğün şeye bak" dedi. Ercan, "Hocam sağolun, iyi fikir" diye seslenip tuvaletten çıkıp gitti. Çarpan kapının bir parça porselen daha koparttığını temizlikçiler gelene kadar kimse fark etmeyecekti.
Tekrar düşüncelere daldı Ergir hoca. Ordudan gelen teklifi tereddüt etmeden kabul etmişti. Kara madde enerjisinin evrenin en gizemli sırrı iken, bir anda atomlar arası bağlanmayı sağlayan ve daha önce bir türlü çözülememiş hali, CERN deneyinden sonra az da olsa anlaşılmıştı. Helina ile üzerinde uzun geceler boyu çalıştıkları tek konu bu değildi, ama birlikte kara madde enerjisinin anlaşılmasında dünyanın önünde gittikleri kesindi. Kara madde enerjisiyle bir arada duran atomları lokalize edip oluşturduğu maddeyi parçalamak ve bu atomları bir enerji transferi ile evrenin başka bir tarafında tekrar birleştimek mümkün görünüyordu. Deneylerde bir miktar başarı da elde edebildiler, mikroskobik büyüklükte bir kaç mikron kalınlıkta kompozit malzemeleri atomlarına ayırabildiler ama transfer konusunda pek bir ilerleme kaydedemediler. En azından madde atomlarına ayrılıp bir yerlere gidiyordu da nereye gittiği belli değildi. Başarısız evliliklerinin ardından Ergir hoca daha fazla duramadı İsviçre'de. Yurda döndü.
Ah o kahve kupası yok muydu? Helina'nın en sevdiği kahve kupasını yanlışlıkla kırdığı gün sonun başlangıcı olmuştu. Helina ona "işe yaramaz, düşüncesiz, hımbıl ve tembel Türk'ün tekisin" demişti. O da, "Finli cadı, git kazanından başka bir kupa çıkart, onu kullan" deyivermişti. Son zamanlarda deneylerde kahve kupası kullanmasının asıl nedeni de buydu ama asistanlardan kimse cesaret edip nedenini soramıyordu...
Yurda döndükten sonra üniversitedeki bölümüne başvurmuştu. Bir yıllık anlamsız bir kadro bekleyişinin ardından fizik kürsüsünde açılan doçent kadrosu, sıfırı tüketmek üzereyken tam zamanında yeniden hayata döndürmüştü onu. Birkaç yıl sonra dış yayınlarından birinde yayınladığı "Kara Madde Enerjisinin Evrendeki Yeri ve Madde Enerji Dönüşümü" başlıklı makalesi ordunun dikkatini çekmişti. Çoğu fizik ve mühendislik eğitimi almış meraklı ve zeki bakışlı üst rütbeli kurmayların arasında bulmuştu kendini. Dört saat boyunca anlattıklarını büyük bir ilgiyle göz kırpmadan dinlemiş olan gruptan Albay Okan Türkyılmaz, "hocam, maddeyi nereye transfer ettiğiniz bizim çok fazla ilgimizi çekmiyor, aslına bakarsanız bunu siz de tam olarak bilemiyorsunuz, doğru mu?" diye sorduğunda bozulduğunu farkettirmeden "eee teorik olarak haklısınız Okan Albayım, yanlız..." devam edemeden Okan Albay babacan bir tavırla ayağa kalkıp yanına yaklaşmıştı bile. "Dostum farkında değil misin, dünyanın yenilmez ordusunu yapmak için müthiş bir fırsat var elimizde!". "Sen sadece bize yönelen tüfekleri yok et yeter." deyivermişti.
Tam kem küm ederken, "bunun için tüm imkanları ve çalışma ortamını sağlarız, sen yeter ki bizim istediğimiz yenilmezlik gücünü ortaya koy" sözü kafasında şimşekleri çaktırmıştı.
Yenilmez bir ordu, savaşların bitmesi ve dünya barışının sağlanması için, bilimin katkısı çözüm olabilir miydi?
2020'li yıllar olmasına rağmen bitmek tükenmek bilmeyen enerji savaşları, zincirleme ekonomik krizler, Ortadoğu'nun haritasını hallaç pamuğu gibi atmış, Türkiye de bundan payına düşeni almıştı. Özellikle Türkiye üzerindeyken düşürülen ABD başkanının uçağı ve ölen başkandan sonra iktidarı yeniden ele geçiren Cumhuriyetçiler, enerji için daha önceki yıllarda yaptıkları gibi milyonlarca insanı özgürlüklerine kavuşturmuşlardı. Oysa sınırsız enerji her an bizimleydi. Bunu kullanmanın yolunu bir bulabilseler, bilim insanları dünyaya barışı getirebilirlerdi.
Zaman zaman, "teorimdeki eksikleri kapatıp deneyle bunu bir kanıtlasam" diye düşündüğü anlardan biri gelmişti gene. Umarım Einstein'ın beyninin akıbetine benimki de uğramaz diye kibirli kibirli düşündü tuvalet kağıdını kovaya atarken. Öldükten sonra, beyninin kavonozda saklanmasının insanlığa bir faydasının olmayacağını geçirdi aklından. Ellerini yıkadı ve tuvaleti terk etti. Bu defa kapının kolu duvara çarpmamıştı.
***
Odasında çalışırken içeri dalan genç asistanı Hacer'in sesi ile kafasını kaldırdı. Kadın, güzel, alımlı ve giyiminde de bunu tamamlayan hali ile her seferinde aklını çelmekteydi ama geçmiş deneyimleri onu ister istemez engelliyordu. Gene de daha önceleri olduğu gibi bir an ortaya çıkıvermişti işte, Ergir hocanın yaşlı gözleri Hacer'in omzundan görünen ince askıda kala kalmıştı. Bir anda aklından geçmekte olan düşünceler Hacer'in heyecanlı sesi ile dağılıverdi. "Afedersin dikkatim dağıldı ne diyordun?" diye soru dolu gözlerle heyecanlı heyecanlı konuşan genç kıza dikkatini verdi Ergir Hoca. Kız tekrarladı: "Hocam sanırım yeni bir kupa almanız gerecek, Ercan sizinkini paraladı"...
Donmuş bir zaman diliminde geçen koşuşturmanın ardından laboratuvarda deney setinin ucunda kulpu ve tabanı kusursuzca kesilmiş gibi duran düz beyaz porselen kupa çevresinde toplanan ekip üyeleri yana çekilerek Ergir hocaya yer açtılar.
Ergir hoca heyecanla sordu: Ercan nasıl becerdin? "Hocam, her zamanki yöntemi uyguluyordum yanlız bu defa tüm asistanlar deneyi izliyorlardı. Sanırım "gözlemci etkisi" sonucu quantum mekaniği yasalarının esneyeceği tuttu" dedi. Kupadan geriye kalanlara bakarken: Saçmalama kerata, ne yaptıysan tekrar yapmalısın ve bu defa neler, nasıl olduysa nedenini bulmalıyız" dedi Ergir hoca, Sonra arkasına dönüp yan odadaki deney kayıtlarını tutan bilgisayarların başına yöneldi. Diğer taraftan da hala olay bölgesinde olanları anlamaya çalışan asistanına seslendi "Ercan, bana bir kupa borçlusun!"
Devam edecek...
Not:
Bu hikayedeki olaylar ve insanlar hayal ürünüdür. Gerçek hayattaki olası olaylar ve kişi isimleri ile benzerlikler tamamen rastlantısaldır. (Hep bunu yazmak istemiştim.)
Dün akşam üyesi bulunduğum sivil toplum kuruluşlarından en değer verdiklerimden biri olan Antrak'ın (Ankara Telsiz ve Radyo Amatörleri Derneği) genel kurulundaydım.25 yıllık derneğimizin en zorlu ve birbirimizi anlamanın ve derdini anlatmanın en güç olduğu genel kurullardan birini yaşadık.Genel Kurulda yaşadıklarımızı anlatmanın yeri burası olmadığı için aklıma takılan bir konu üzerinde görüşlerimi yazmayı tercih ederek aidat aidiyet üzerinde durmak istiyorum.Genel kurulda aidat belirlemesine geldiğimizde aidat'ın aidiyet hissedebilmek anlamında bir anlamı olduğu için miktarının yeterli olması üzerinde duruldu. Bu beni düşünmeye ve ne olduğunu anlamak için araştırma yapmaya itti.Gerçekten Aidat nedir? Kelime kökeni itibariyle aidat ve aidiyet aynı arapça sözcükten geliyor.Peki bir dernek ile olan parasal ilişki, o derneğin bir üyesi gibi hissetmek için yeterli midir? Kimse kusura bakmasın ama ben bu düşünceyi aşırı materyalist buluyorum. Bir dernek ve onun üyeleri için hissedilen bağlılık ve adanmışlık gelip sonunda düzenli olarak ödenmesi gereken bir aidatla ilişkilendirilebilinir mi?Hele ki boş zamanlarımızı değerlendirmek için devam ederek başladığımız ancak yıllar boyu süren bir üyelik ilişkisi belli ki artık maddi bir boyutun ötesine geçmiştir. O halde aidiyet ile aidat arasındaki ilişkinin o kadar da önemi kalmamıştır.Aidiyet öyle birşeydir ki, bazı üyeler sizin arkanızdan küfür dahi etseler buna tolerans gösterebilirsiniz. Ancak toleransda da bir sınır olduğu unutulmamalıdır. Bunun üzerine hemen Mevlana'dan bir hikayeyi alıntı yapayım cuk oturur...Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş; "Efendim, bu 4 kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?" "Bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var ve hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım." Öğrenci gitmiş, birincinin ensesine bir tokat patlatmış. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat vurmuş. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlana'ya dönmüş, olanları anlatmış. Mevlana; "İşte sana istediğin örnekler.... - Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti. - İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, oturdu. - Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaradandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı. - Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile...
İşte hikaye böyle...
Uzun lafın kısası anlayanlar anlamayanların da anlayacak hale gelmesinden sorumlu olduklarından, ben de sarf edilen kötü lafların bir eğitim eksikliği sonucu olduğu ve bu eğitimi verememiş olanlardan biri olarak da kendimi gördüğüm için üzgünüm.Yol çok uzun da sonuna varmaya ömür yeter mi bilmem...Akıl ve vücut sağlığınızın sizi terk etmemesi dileğiyle.
Şu sıralar bir yandan beğenerek, kısmen de sinir olarak izlediğim Smile Adsl reklamından bahsetmek istiyorum.
Reklamda, elinde bıçak ve faraşla döner kesmekte olan tipik bir anadolu erkeğine yaklaşıyoruz.
Gülerek, başlıyor İngilizce konuşmaya.
-Merhaba, benim adım John
-20 yaşındayım ve New York'da yaşıyorum.
-Partiye gitmeyi seviyorum...
-Hayvanları seviyorum...
-Seni seviyorum...
Ardından "Ayda sadece 14.99 YTL'ye istediğin kişi ol" anonsu ve yazısı geliyor. Ancak hemen belirteyim sloganın altında mavi renkte İngilizce "Be Yourself" Kendiniz Olun da yazılmış.
Mesaj üstüne mesaj. Sağ gösterip, sol vurmak bu olsa gerek.
Başbakan gibi, siz de YouTube'a erişebiliyorsanız, buyrun aşağıda seyreyleyin.
Perde arkasına geçince kolayca kişilik bölünmesi yaşayan toplumumuza açık ve davetkar bir mesaj damardan verilmiş oluyor böylece. Reklam bence son derece vurucu ve doğru adreslenmiş. Ama ulaşılacak sonuç bu haliyle pek de parlak değil.
Özetle, kişilik bölünmesini özgürce burada yaşayın deniyor. Yakın tarihimize bakacak olursak bu tür kişilik bölünmelerini önce 80'li yılların başında çoğalan ama arayanın numarasını karşıya gösteremeyen ev telefonlarında meşhur işletmeler ile yaşadık. Ardından halkbandı (CB) telsizler geldi ki kendimize atadığımız kodların çoğu bu türden kişilik bölünmelerine iyi örnek olmanın yanında bu konuda master tezi yazılabilecek çeşitlilikteydi.
Modanın değişmesi ve yeni gelen teknolojiler ile internet gerçekten de kim olmak istiyorsanız olabilmenizi sağladı. Ancak bunun pratik bir yararı olmadığı gibi karşıdaki insanlara da saygısızlık içerdiği açık bir gerçek. Çünkü sağlıklı bir ilişkide karşınızdaki insanları kim olmadığınız değil , kim olduğunuz ilgilendiriyor!
Pek yeni bir çelişki olmadığını Mevlana yüzyıllar öncesinden bildiriyor.
Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
İşte böyle, reklamın olmamış kısmı bu gibi duruyor. Ama durun acele etmeyin!
"Mevlananın torunlarına yakışmıyor döner kesip "adım John partiyi ve hayvanları severim, seni de" demek. Hele ki İnternet Mahir gibi bir efsane önümüzde dururken. Adam, kendisi olarak açık gönüllülükle çıktı ortaya, tüm dünya da onu bağrına basmadı mı?" diye düşünürken:
Reklamda aslında İnternet Mahir'e yapılan gönderme ve ardından mavi ile yazılmış o "kendiniz olun" yazısı da (Delfi tapınağının girişinde "kendini bil" (gnothi seauton) yazar) sanki açık ama gizli bir mesaj gibi öyle reklamın sonunda asılı kalıveriyor... Ezoterik mesaj diye buna derim işte :)
Kısacası iyi iş çıkartılmış, güzel bir reklam olmuş. Anlayanı da anlamayanı da tam onikiden vurmuş bir reklam. Yapanlara tebrikler.
Sevgi yolunuzu aydınlatsın. Şizofreni uzağınızda olsun...
Kaos Kuramı ile ilgili en bilinen örnek kuskusuz "Kelebek Etkisi"dir. Hani Çin'de bir kelebek kanatlarını çırpar da Amerika'da kasırga kopar ya. Öylesi bir teori işte.
Son zamanlarda yaşamakta olduğumuz 2007 Morgıç krizinde de, bir şekilde kuram kendini kanıtladı sanıyorum.
Bu defa kelebek değil ama bir takım finans virtiyözü oldukları iddia edilen KELebek türdaşlarımız (primatlar ailesinden homo sapiens'ler) 10 paralık mülkü, 20 paraya morgıçlayıp bunu da finans piyasalarında "çoook yakında bu mülklerin değeri 30 para olacak, bizi fonlayıp zengin olun!" diye güzel güzel pazarlarken saadet zinciri mülkler için kimsenin 10 para bile vermemesi nedeniyle kopunca, kriz patladı.
Finans kurumlarının, açığa pazarladıkları ve gerçekte mevcut olmamakla birlikte varlığını sadece morgıçla ev alıp 10 paralık evin bedelini 30 para olarak geri ödeyecek saftiriklerin (yandaki resimde altta kalmış olarak görülen şahıs gibiler) konuya uyanmaması üzerine kurulu bulunan stratejileri çöküverdi.
Toplam borç miktarları sermayelerinin kat kat üzerinde olduğundan birer birer tüm finans kurumları çuvalladıklarını ve iflas ettiklerini açıkladılar. ABD para basıp bu kurumları kurtarmaya çalıştıysa da işe yaramadı. Çünkü bir kere kriz başlamıştı.
Peki neden bu kriz bu kadar etkili oldu da ülkemizde bile 100 binlerce kişi işsiz kaldı?
Post endüstriyel ülkeler refah ve serveti acılı bir süreç sonunda çok çalışarak ve kısmen başka ülkelerin kaynaklarını sömürerek uzun zamanda elde etmişlerdi. Zaman içinde en pahalı şey emek haline geldiğinden ve devlet de kaynaklarını büyük ölçüde sağlık, emeklilik, işsizlik ödemeleri olarak harcadığından üretimi gelişmemiş ülkelere kaydırarak refahı bir süre daha sürdürmek mümkün oldu. Ama sanırım sonunda zurnanın zırt dediği yere gelindi.
"Mal üretmeyeyim, teknolojiyi üretip mallarını fakir ülkelere ürettireyim" mantığı iyi güzeldi de Amerikan işçileri bu dönüşüme ancak bu kadar dayanabildiler demek ki. Doğaldır ki araba üreten bir adama teknoloji ürettirmek pek mümkün olmayacağından arabaları bile uzak doğuda ürettirip getirmek de daha ucuza geldiğinden diğer sanayiler gibi araba sanayii de kapılarına kilit vurma planları yapmaya başladı.
Batılı ülkeler bu kötü sonun uzun süredir farkındaydılar aslında. Avrupa yıllardır boşuna bilgi toplumu yaratmaya çalışmıyor! Amerika neden daha fazla doğal kaynağa hükmedebilmek için deplasmanda çocuklarını kırdırıyor sizce?
Oyunu bozan, önemli faktörlerden biri Çin ve Hindistan gibi neredeyse sınırsız ve ucuz tanımının da altında kalan maliyetler ile çalışan işgücünün ezici varlığı oldu. Üstelik gelişmiş ülkelerin elindeki teknoloji kartı da kısa sürede Çin gibi ülkelerin eline geçiverince batılı üreticilerin elinde geriye bir tek markalar ve şık tasarımlar kaldı. Sizce, 10 yıllı sayılarla ifade edilebilecek sürede teknoloji kartını batının elinden alan bu geri kalmış ülkeler ne kadar sürede markaları ve şık tasarımları ele geçirir?
Geriye kaldı lokomotif sektörler! Yok inşaat sektöründen bahsetmiyorum. Bahsettiğim silah ve savunma sanayii.
Bitmeyen savaşların ve dinmeyen kanların bir anda bitmesi bu ana sektörü ne hale getirir dersiniz? Ya gelişmiş ülkelerde bu üretimlerden para kazanan milyonlarca işçi ve işletmenin hali nice olur. Asıl böyle bir durumda siz global krizin en derinini görürsünüz.
Bu açıdan düşünülünce dünyada bu kadar kanın boşuna akmadığı, hatta 9/11 sırasında tüm dünyanın gözleri önünde yitirilen 3000'den fazla insanın bu uğurda canlarını feda ettikleri gerçeği ortaya çıkmıyor mu?
2009'da kriz derinleşecek diyorlar ya bu görüşe katılmamak mümkün eğil. Tabi ki derinleşecek çünkü bu dediğiniz kehanet kendini gerçekleştirmek zorunda. Hele ülkemiz pek bir sever krizleri. Psikolojik çöküşleri. Aslında son 30-40 yılımızın ekonomik yapısına bakarsanız değişen fazla bir şey yok. Krize girecek pek birşey de yok. Üretim deseniz bizde teknoloji deseniz bizde. Finansal yapımız da eski deneyimlerimiz nedeniyle sağlam. Panikleyip sistemden çıkan sıcak para nedeniyle biraz güç duruma düşmüş olsa da krizden fazla etkilenmemizin nedeni bence 30 yıl çift haneli enflasyonla yaşamamızla aynı: Psikolojik. Aksi halde yıllık hedeflerini gerçekleştirmiş pek çok firma panikleyip işçi kıyımına gitmezdi, öyle değil mi?
Ülkemizde yakındaki seçimler krizin derinleşmesini Mart ayına kadar engelleyecektir. Bu arada herkesin gündeminde seçimler ve siyaset olacağından 3 ay daha rahat geçer. Bu arada bir mucize olur ve global kriz durulursa yaşadık. Size söyleyeyim olan 50'li ve 60'lı yıllarda doğmuş olup kriz bahanesiyle işini kaybeden insanlarımıza olacak.
Özetle, şu kelebeği bir yakalarsan kanatlarını fena yolacağım da Türkiye'de kanatları yolunan bir kelebeğin dünyanın öteki ucunda ortaya çıkartacağı etkiden korkuyorum.
Sağlıkla kalın.
Bilim kurgu dizilerinin ve filmlerinin pek bir moda haline getirdiği zamanı durdurmak mümkün mü?
Şüphesiz zamanı istediğimizde durdurabilsek ve durmuş zamanın içerisinde istediğimiz gibi hareket edebilsek, nesnelerin yerini değiştirebilsek, insanların duruşlarını değiştirebilsek pek keyifli olabilirdi. Heroes'un zamana hükmeden karakteri Hero Nakamura bunu yüzünü ıkınır gibi buruşturarak yapabiliyor. Keşke hepimiz için o kadar kolay olsaydı.
Click filminde ise Adam Sandler elindeki kumandanın durdurma tuşuna basıp zamanı dondurup çevresindeki insanların ellerini ayaklarını sağa sola çekiştiriyordu.
Peşinen söyleyeyim eğer eskaza böyle bir zaman durdurma olayını becerebilirseniz çevrenizdekilerin orasını burasını kurcalamayın! Hatta dokunmayın bile. Zamanın durması pek mümkün olmasa da sizin göreli olarak ışık hızına yaklaşacak bir hızda hareket edebilme yeteneğine sahip olmanız, çevrenizdeki zamanın sizinkine göre daha yavaş akması etkisini yaratabilir. Tabi bu durumda zaman gerçekten size göreli olarak durmuş gibi bir hal almışken nasıl çevrenizdeki havayı soluyabileceğiniz ayrı bir problem. Bu hızda hareket edebilmek için gereken enerjinin büyüklüğünü bir an için göz ardı edelim. Hala kuantum fiziğine tam olarak hakim olamadığımız için bir şekilde bunun mümkün olduğunu varsaysak, ışık hızına yakın bir hızda birine küçük bir fiske atsak bile bu etkinin karşı tarafta ve hatta sizde ne tür bir tepki oluşturabileceğinin deneysel olarak tespit edilmesi tehlikeli olabilir.
Olayın masalsı yanı ise çekiciliği yüzünden daha pek çok bilim kurgu esere ilham kaynağı olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Peki zamanı durdurmak mümkün mü? Belki, hatta zaman kendiliğinden durup, yeniden devam ediyor da olabilir ama zaten biz bunun farkına varamadıktan sonra, bunun ne faydası var ki?
Bir ara, ben de bir bilim kurgu denemesi yaparsam bu fikirleri de kullanabilirim sanırım.
Sağlıcakla kalın! Bu zaman akışı içinde kalın :)
YouTube heyacan verici bir projeyi başlattı. Sanal senfoni orkestrasına her yaştan amatör, profesyonel tüm enstruman çalanlar katılabiliyorlar. Katılımcılara Çinli besteci Tan Dun'un her konuda yardımcı oluyor. Size ait olan kısmı çalıp görüntünüzü gönderiyorsunuz. Müziği öğrenmeniz ve Tan Dun'dan yardım alabilmeniz için çeşitli araçlar http://www.youtube.com/symphony adresinde sizi bekliyor.
En iyi haber de, eğer seçilebilirsiniz New York'da Carnegie Hall'da çalabilecek olmanız. Çalışın, bölümünüzü kaydedin ve yollayın. Finalistler YouTube kullanıcılarının da katılımı ile seçilecekler. Nisan 2009'da ise New York'da Michael Tilson Thomas yönetiminde Carnegie Hall katılımcılardan başarılı olanları orkestra üyesi olarak ağırlayacak.Son görüntü yollama zamanı 28 Ocak 2009.İnternet'in insanları yakınlaştırması açısından ilginç bir gelişme ve sanat adına güzel bir projeye imza atılmış. Yeteneğiniz varsa işte size fırsat...
Nasıl olup da gerçekleştiği ve her bir yeri kapladığı tam olarak anlaşılamasa da Facebook ile İnternet dünyasını ve dolayısıyla yurdumuzu kaplayan sosyalleşme modasına Google'ın da katılmaya çalıştığını daha önce dile getirmiştim. Her ne kadar sosyalleşme işi artık çığırından çıkıp insanların özel hayatlarının ortaya dökülmesi haline gelmişse de peydahlanan kazanç pastası halen sinekleri üzerine çekmeye devam ediyor.Kuşkusuz en tepe örneklerden birisi, iş başvurusu yapan kişileri sosyal ağlarda araştırıp uygunsuz bir takım fotoğraflarından yola çıkarak bu kişilerin iş umutlarını söndürmek. Bu tür araştırmalar yapacak kadar moral değerlerini yitirmiş İK sorumlularının psikolojik yardıma ihtiyaçları olduğunu düşündüğümü de burada not olarak düşmek istiyorum.Peki konumuza dönersek, Google bu aralar sosyalleşme adına bir iki küçük adım daha attı. Geçen ay bu küçük adımlardan birini yazmıştım. Google profillerde Facebook hissi veren birtakım eklemelerde bulunmuştu. Bu defa da Yahoo'nun Blog Servisi olan 360'da yıllardır kullanılan aynı zamanda da Facebook'da da yer alan arkadaşlarımın listesine benzeyen bir resimli kutucuğu kullanıcıların hizmetine sundu. Google Friend Connect (arkadaşlarıma bağlantı) olarak isimlendiren bu yeni servis programlama bilgisi gerekmeden herhangi bir sitenize arkadaşlarınızın listesini ekleyebilmenize imkan tanıyor. Üstelik arkadaşlarınız hangi servisi (Google, Yahoo, AIM veya OpenID vs.) kullanıyor olurlarsa olsunlar mevcut kullanıcı profillerine erişimi bu servis üzerinden yapmak mümkün oluyor. Böylece sayfanızı ziyaret edenler sizin kim olduğunuza arkadaşlarınıza bakarak karar verme şansını da elde etmiş oluyorlar.Anlayacağınız "kimi ne yapıp da istihdam etmesem" diye uğraşan İnsan Kaynakları uzmanlarına yeni bir kaynak daha yaratılmış oldu böylece :).Bu yeni uygulamayı kullanarak sitenizde yer alan kullanıcılar birbirleri ile yazışabilecekler. Örneğin kullanıcılardan biri sizin topluluğunuzdakilere bir konuda görüş sorup düşüncelerini öğrenebilecek. Arkadaşlarınız birbiri ile arkadaş olabilecekler. hatta sitenize kendi arkadaşlarını da davet edebilecekler. Yakında bu kutucuk sayesinde diğer benzeri sosyalleşme araçlarını da kolayca eklenebilecekler.Şakası bir yana ben de bu servisi bloguma ekledim (Okumakta olduğunuz bu günlüğün sağ tarafındaki sütuna da ekledim) henüz İngilizce olması nedeniyle ilk anda Türk kullanıcısını biraz zorlayabilecek olmakla birlikte bu yeni servisin kısa sürede yerelleştirilebileceğini düşünüyorum.Rekabetin zorlu olduğu bir alanda yani sosyalleşmede biraz geç de olsa Google emin adımlarla ilerliyor gibi görünüyor. Bakalım kullanıcılardan beklediği ilgiyi bulabilecek mi?Sağlıklı ve genç kalın...