felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ocak 2018 Cumartesi

Dilaver İle Aziz'in Hayat Yolculuğu

Dilaver ve Aziz aynı iş yerinde çalışan iki arkadaştı. Büyük bir holdingin boya dağıtım şirketinin yöneticileri idiler. Görev icabı Niğde'ye gitmeleri gerektiğini öğrendikten bir gün sonra birlikte yola çıktılar. Onlara yolda ilkbaharın etkisinde uyanmakta olan doğanın güzellikleri eşlik etmekteydi. Son derece keyifli bir yolculuktu. Etrafa izleyerek yapılan, gündüz yolculuğu gibisi yoktu.

Aziz, Dilaver'in yöneticisiydi. Karizmatik bir yönetici olan Aziz çevresinde belirgin vücut dili ve kendinden emin tavırları ile saygı uyandırırdı. Dilaver de durumun bilincinde Aziz'e sevgi ve saygı duyardı. Aziz'e minnettar olmasında, iş yerinde Aziz'in ona iyi davranması ve yükselmesi için yüreklendirmesinin ve destek vermesinin etkisi büyüktü. Aralarında 27 yıl yaş farkı vardı. Yaş farkının ve aralarındaki yakınlığın da etkisiyle Dilaver, patrondan çok, bir baba gibi görürdü Aziz'i. Aziz evliydi ve bir kız çocuğu vardı. Eşi büyük bir şirkette finans müdürüydü ve alımlı bir kadındı. Mutlu bir aileydiler.

Dilaver evli, 3 çocuklu bir adamdı. 30'lu yaşlarında olmasına rağmen işinde geldiği noktadan memnundu. Eşini ve 3 oğlunu seviyordu. Çok isteseler de bir kızları olmamıştı. Oğlanlar da, evde ortalığın altına üstüne getirmelerine rağmen pek tatlıydılar. Sokaktan sahiplendikleri Maltese, Terrier kırması dişi köpek Dobiş, bir nebze olsun kız evlat hasretini gideriyordu. Küçük oğlu Tamer vermişti o garip ismi köpeğe. Ama "Dobiş!" deyince gözlerinin parlaması köpeğin de durumdan memnun olduğunu gösteriyordu.

Dilaver'in kendince bir dürüstlük anlayışı vardı. Özünde, yalan söylemenin kötü olduğunu düşünürdü. Bir de yalan söyleyen insanların çok iyi hafızaya sahip olmaları gerektiğini. Dolayısıyla kötü bir yalancı olmak yerine, sözü doğru, olabildiğince güvenilir biri olmayı tercih ediyordu.

Dürüst insanların işi aslında zordur. Siz ne kadar dürüst olsanız da çevrenizdekiler öyle olmadığında sizi de kendileri gibi varsayarlar. Böyle bir ortam, denizde yüzmeye çalışırken denizin dibinde hava solumaya çalışmak gibidir. İçinizdeki hava yettiğince dipte kalırsınız, sonra boğulmak ile suyun yüzeyine çıkmak arasında bir tercih yapmanız gerekecektir.

Dilaver, zeki biriydi. Toplumdaki bireyler ile karşılaştırıldığında normalin üzerinde bir zekaya sahipti. Ancak ancak yeterince akıllı mıydı? Zeka doğuştan gelir. Akıl ise hayat boyunca deneyim ve birikimlerle elde edilen, kişinin ömrü boyunca kazandığı bir olgudur. Aziz, hem zekası, hem aklı ile Dilaver'in çok daha ilerisindeydi. Hayat tecrübesinin bunda büyük etkisi vardı. Daha önce çalıştığı iş yerlerinde en sevdiği arkadaşlarından yediği kazıklar onu güçlü ama çevresindekilere mesafeli davranmaya yöneltmişti. "Kazık yiyeceksem, artık dostumdan olmasın bari" diye düşünürdü.

Bilgelik zeka, akıl ve ahlakın bileşkesidir. Evrensel ahlak, zarar vermeme üzerine inşa edilmiştir. Örneğin doğanın dengesine bilerek ve isteyerek zarar vermemek. Bir başkasını bilerek ve isteyerek kırmamak gibi.

Yine biz dönelim araç yolculuğuna: İstanbul'dan başlayıp Niğde'de son bulacak yolculuğun mesafesi uzundu. İster istemez laf lafı açıyordu. Dilaver futboldan pek haz etmediği için daha çok güncel siyaset ve olaylar üzerinden konuşuyorlardı. Ancak Dilaver'in felsefe sevgisi dönüp dolaşıp sözü düşünsel konulara getirdi. Varlığımızın nedeni, evrenin büyüklüğü, insanın bir küçücük fıçıcık, Dünya isimli toz parçası üzerinde enerjiden gelip, hayat bulması tüm hararetiyle Dilaver'in o yolculuktaki sohbet konularının büyük bölümünü oluşturuyordu. Aziz daha çok dünyevi işlerin adamıydı. Daha çok ayağı yere basan konularla ilgilenirdi. Mesela, boya pazarlama konusunda yeni fikirlerden bahsetseler, ya da yeni bir ortaklık için fikirler konuşulsa çok daha fazla ilgiyle dinlerdi ama gel gör ki, yol arkadaşı öyle maddi işlerle pek ilgilenmiyordu.

Bir ara yolda giderlerken ilerde yollarının üzerinde bir kaplumbağa gördüler. Dilaver heyecanla aman abi yoldaki kaplumbağaya dikkat et, ezmeyelim dedi. Aziz, "yok ben onu ortalarım, bir şey olmaz" dedi. "Aman abi dur" demeye kalmadan hayvanın üzerinden geçtiler. Aracın diferansiyelinin yere yakın kısmı üzerinden geçerken kabuğu kırdı. Çıkan çatırtı iç parçalayıcı gelmişti Dilaver'e. Zavallı kaplumbağa ise kanlar içinde kalmıştı. Morali bozulan Dilaver "abi dedim ama yaa..." diye geveledi. Aziz ise anlamsız bir şekilde sırıtırken, "aman canım, oldu işte, boş ver" karşılığını verdi.

Dilaver'in keyfi kaçmıştı. Geçen yaz, yine ikisi birlikte İstanbul'dan Ankara'ya giderken otoyolda yere konmuş olan Şahin geldi aklına. Onu da uzaktan gördüğünde "aman abi yavaşla, kuş kaçamayacak galiba" demişti. Zavallı kuş havalanmaya çalışırken 180'le giden araç, camının bitip, tavanının başladığı yer ile canını almıştı. Boşa giden iki can.

Aracın yol ve motor gürültüsü dışında ortam bir süre sessiz kalsa da, yarım saat sonra sohbet yeniden başladı.

Dilaver, yolda felsefi konular üzerine konuşup durdu. Bir ara, her nereden aklına geldiyse eşler arasında dürüstlüğün önemine getirdi sözü. Dilaver, ömür boyu tek eşliliğe inanıyordu. Eşlerin birbirine sadakatsizliğini, karşılıklı isteyerek verilmiş bir sözün tutulmaması olarak niteliyordu. Konuşmanın içinden coşkulu gelişinden olsa gerek, ağzından şu sözler döküldü. "Eşini aldatan, herkesi aldatabilir". Aslında ifade etmek istediği: Hayat arkadaşın olan ve pek çok şeyi paylaştığın bir insana yalan söylüyorsan, bunu herkese yapabileceğinin açık olduğuydu.

Aziz, "yok ama o kadar da değil canım!" diye cevapladı. Bir yandan da kafasında "acaba işyerindeki hatunlardan haberi mi var da, bana zarf atıyor bu çakal" düşüncesi dolanıyordu. Oysa Dilaver'in hiç bir şeyden haberi yoktu. Aziz o kadar ketum biriydi ki, böyle bir şeyi herhangi bir ortamda ağzından kaçırması mümkün değildi. Ancak, o paranoyak yapısı ve hayatta kimseye güvenilmeyeceği düşüncesi o anda yine galip gelmişti. Kafasının içerisinde yaşadığı küçük fırtınayı pek belli etmedi. Sonra da işle ilgili önemsiz şeylerden bahsederek sohbeti başka bir yöne çevirdi.

Aziz ile üç, beş yıl daha aynı iş yerinde çalıştı Dilaver. Bir kaç yıl sonra başka bir iş imkanı bulduğunda hemen değerlendirmesi konusunda destek veren Aziz'in tutumu fazla yardımsever gelse de, yeni işin cazibesi ve ortamın değişmesinin vereceği huzur nedeniyle başka bir işe geçti Dilaver. Yıllar birbirini böylece kovaladı.

Günlerden bir gün, eski iş arkadaşlarından Engin ve Serkan buluştukları bir kafede konuşurlarken Dilaver eski iş yerinde 2 yıl kadar önce beklenmedik bir anda toplu emeklilik dalgasının yaşanmış olduğundan bahsettiklerinde biraz şaşırdı. Aziz abisi ve bir kaç kadına topluca işten el çektirilmişti. Anlam veremediği için nedenini sordu. Serkan muzipçe güldü. "Ne yani, bilmiyor musun? Aziz o hanımlarla yıllarca gönül ilişkisi yaşamış. İçlerinden birini terk ettiğinde o kadın intikam için durumu büyük patrona anlatmış. Patron da toplam 5 çalışanın işine son verdi" dedi. "Tüh, üzüldüm, severdim Aziz abiyi de" dedi Dilaver. Engin, "oğlum amma safsın, adam senden şüphelenip büyük patrona size Dilaver mi söyledi yoksa bunları?" diye sesini yükselttiğinde kendi kulaklarımla duydum. Olayın aslı ortaya çıkana kadar hepimiz adama senin kumpas kurduğunu sanmıştık" diye ekledi. Dilaver, "ben bu durumu şimdi sizden öğreniyorum yahu" diyebildi. Serkan "o hoo, sen de amma safsın, gerçekten bilmiyor muydun? Kadınların Aziz'in etrafında pervane olmaları da mı, çekmemişti hiç dikkatini?" diye sordu. Biraz mahcup, "yok vallahi, haberim yoktu" diyebildi Dilaver. "Alem adamsın" diye kahkahayı bastı Serkan, Engin de ona katıldı. Ayıp olmasın diye Dilaver de yarım ağız gülüyordu ama bir yandan da o uzunca yolculukta söylediklerinin aklında gelip, gidişine engel olamıyordu. Eşini aldatan, herkesi aldatabilir.

19 Ocak 2018 Cuma

Alfa Erkek Olmak

Özellikle memeli gelişmiş canlılarda rastlanan bir davranış biçiminden bahsetmek istiyorum. Baş erkeklik. Ya da belgesel çevirmenlerinin yaptıkları çeviri özrü ile Alfa Erkeklik.

Alfa Latin ve türevi pek çok alfabenin ilk harfidir. Yani A. "A Erkek" ifadesi yeterince fiyakalı bulunmamış olmalı ki, belgesellerde sürünün başındaki erkeğe Alfa Erkek diyorlar. Korkarım, dilimize de "Alfabe" gibi "Alfa Erkek" ifadesi de bu şekilde girmiş oluyor. Diğer yandan, toplum içerisinde böyle durumlarda şeyh, şıh, başkan, reis gibi ifadeler kullandığımız için, "Alfa Erkek" sadece belgesellere etkili bir sözcük grubu.

Alfa erkeklik durumu bir şekilde işe yaramış ve hayatta kalma olasılığını artırmış olmalı ki bir davranış biçimi olarak canlı türleri arasında kabul görüyor.

Nedir Alfa Erkek?

Nedir alfa erkek? Özetle, türdeş canlı topluluklarının yöneticisi. 5-10 bireyden oluşan grubun baskın erkeği. Gruptaki tüm dişiler ile istediği gibi çiftleşen. Yaptığı yapılan, gittiği yere gidilen. Karar verici merci. Gücünü kaybettiğinde genellikle gruptan uzaklaştırılan eski alfa erkek, çoğu canlı türlerinde ölüme terk ediliyor. Yani bunu sürüdeki birey için kalıcı bir durum olarak kabul etmek zor. İnsan toplulukların da ise durum farklı olabiliyor. Gücünü ve hatta akıl sağlığını yitirse bile insan topluluklarında Alfa Erkek olarak kalmasa da bir büyük olarak saygı görmeye devam edebiliyor.

Okuma önerisi: Sürüdeki Kara Birey


Ana Tanrıça Kültü

Belki de erkek egemen günümüz toplumunun bu halde oluş nedeni, türler üstü kabul gören alfa erkek kavramı olabilir. Bir küçük tarihi istisnayı göz ardı edersek tabi. Bu istisna Ana Tanrıça Kültü olarak ele alınabilir. Tanrıçanın da dişi olduğu, dişilerin alfa oldukları bir tarih kesiti de var olmuş. Neolitik dönemde Mezopotamya bölgesinde bulunan aslanlı Ana Tanrıça heykelleri kadına verilen önem ve yönetim erkine sahip olan kadınların milattan önce 7000'li yıllara kadar uzanan bir olgu olduğu ileri sürülmektedir.

Sadece Mezopotamya ile sınırlı da değil, Akdeniz çevresinde pek çok yerleşim yerinde ana tanrıça kültü ile ilgili bulgulara rastlanmıştır. Anadolu'da Kibele ya da Sibel heykelleri, antik Yunan uygarlığında sıklıkla görülen Artemis, Roma uygarlığında Diana olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yunan mitolojisinde tamamen savaşçı kadınlardan oluşan ulus yani Amazonlar da unutulmaması gereken bir başka söylencedir. Yani işin içine yine güç ve güçlü olan durumu giriyor. Belki de yönetmek için gücü elinde kim bulunduruyorsa o "Alfa" olur denebilir.

Ana tanrıçanın gücünün kadının doğurganlığından geldiği düşünülmektedir. Neden sonuç ilişkilerinin yeterince doğru kurulamadığı ilkel topluluklarda kadın yeni bir bireyi dünyaya getirme (bir anlamda yaratma) gücüne sahip olmasından, bu şekilde değerlendirilmiş olmalıdır.


Alfa Tanrı

Eski kültürlerde birbirlerine yakın olarak yaşayan ve irtibat halinde olan toplumlarda tanrıların kolayca benimsendiği ve kendi tanrıları yanında kabul gördüğü düşünülmektedir. Dolayısıyla bir tanrıya tapan bir topluluk daha iyi bir durumda olan, örneğin: çok iyi av bulabilen ve tarım yapan komşu yerleşik kültürün tanrılarını benimseyebilmektedir. Zamanla yerleşik hayatta daha çok erkek egemen hale gelen insan topluluklarının tanrıları da aynı değişimden etkilenmiş olabilir. İçlerinde en güçlü olan hepsinin üzerinde bir yere oturtulmuş olabilir.

Hayvan Topluluklarındaki Durum

İnsan topluluklarındaki Alfa Erkek kavramı diğer memelilerdeki Alfa Erkek kavramına ters düşer mi? Pek değil. Genellikle hayvanlar dişileri ile birlikte avlandıkları için ve av ve korunma ile ilgili olarak erkeklerin yapısı görece daha kaslı ve büyük olduğundan ekibi yönetenin en güçlü birey olması anlaşılır bir durumdur. Bu başarıyı artıracak ve bireylerin karınlarını doyurmalarını sağlayacaktır. Yeterince iyi beslenme hayatta kalma ve neslini devam ettirme anlamına gelir.

Yani alfa erkek, doğanın kuralları gereği evrilmiş erkek bireylerin en güçlüsü olur. Aslında her insanın dişi, erkek ayrımı olmaksızın bir alfa potansiyeli vardır. Doğada da kimi zaman bazı türlerde dişi Alfa bireyleri görebiliriz. Bu durumda kültürel etkiler yanında, kaba kuvvet belirleyici oluyor diyebiliriz. Beden yoğun işlerden, zihin yoğun işlere geçiş oldukça, Alfa bireylerin her iki cinsiyetten de aynı oranda çıkabilecekleri bir gelecek mümkündür.

E peki insan alfa erkek? Bu konuda çok da başarılı olamadığımız ortada. En azından siyaset konusu düşünüldüğünde erkekleri çok başarılı bulmuyorum. Alfa'lar mı? Evet, alfalar. Ancak insanı hayvanlardan ayıran vicdan, ahlak gibi konular söz konusu olduğunda, sıkıntılı olduklarını söylemek mümkün. Demek ki değişim kaçınılmaz. Bakalım zaman neler gösterecek?

12 Aralık 2017 Salı

Bağlantı Kurmak


Bağlantı kurmak hayatın ta kendisidir. Dünyamız mikro organizmalardan en karmaşık canlı türlerine kadar bağlantılarla örülüdür. Mikro organizmaların iç yapılarındaki organellerden tutun, DNA'yı oluşturan nükleotitlere kadar her şey birbirlerine bağlıdır. Basit moleküller bağlantılar kurarak karmaşık yapıları, karmaşık yapılar bağlantılar kurarak organizmaları oluştururlar.

Beynimiz de nöronlar veglial hücrelerden oluşan bir yapıdır. Birbirine bağlı nöronlar her nasılsa tüm zihinsel etkinliğimizi ve hafızamızı, dolayısıyla kişiliğimizi ortaya çıkarır. Birbirine bağlantılarla ilişkilendirilmiş bir hücreler ağı evrenin gizemini ortaya koyabilecek kadar gelişmiştir. Hatta, yeteri kadar bilgi ve deneyimle donatıldığında evrendeki önemsiz yerini anlayacak kadar gerçeklerle yüzleşebilir de.

Söz bağlantılardan açılmışken gelin yakın geçmişimizde eğlence dünyasında ilginç olayların birbirleri ile nasıl bağlantılar kurduğunu görelim.

18 yaşında lise terk bir Amerikalı olan John Landis, Kelly's Heroes isimli filmde yapımcı yardımcısı olarak görev almak üzere Yugoslavya'ya gider. Avrupa'da pek çok İspanyol/İtalyan yapımı Spagetti Western filmde aktör, dublör olarak rol alır. 21 yaşında Amerika'ya dönüşünde artık yazar ve yönetmen olarak Schlock isimli komedi-korku türünde bir film yapar. Bu film gelecekte çok şeyi değiştirecek bağlantıların başlangıcı olsa da fazla ses getirmez.

1978'de yönettiği Animal House ve ardından,


1980 yılında gelen Blues Brothers,



1983'de yönettiği Trading Places,


1985'de yönettiği Spies Like Us,

1986'da yönettiği Three Amigos!, gibi komik yönleri ile birbirlerine bağlı filmler, unutulmaz komedi yapımlarıdır. Ancak Landis hiç bir zaman ilk dönemlerindeki korku-komedi film türünü unutmaz. 1981 yılında yaptığı Amerikan Kurt Adam Londra'da (An American Werewolf in London) isimli film Bir Oskar ve 60 milyon dolar hasılat getirir. Filmde o dönem için oldukça iyi sayılacak makyaj ve insan - kurt adam dönüşümü sahneleri vardır. Film ilk denemenin aksine korku-komedi türünü film dünyasına kabul ettirmeyi başarır. Filmde, kurt adam tarafından öldürülen insanlar hortlayıp, hayalet zombi makyajları ile kara mizah olarak nitelenebilecek bir oyunculuk sergilerler.

Dilerseniz filmdeki kurt adama dönüşme sahnesini izleyelim.


Michael Jackson 70'li yılların sonlarında yıldızı günden güne parlayan son derece yetenekli ancak biraz ezik ve kompleksli bir müzisyendir. Aile üyeleri ile neredeyse doğduğundan beri sahne tozu yutmakta ve giderek ünlenmektedir. Rock'un bir kralı vardır. Kendisi de rock söylemeye meraklı olsa da yaptığı müzik ve ince tonlu sesi bu tür müziğe yatkın değildir. Gözü ise çok daha yukarıdadır. POP Müziğin kralı olmak istemektedir. Thriller Albümü için Dönemin en büyük ve yetenekli yapımcısı olan Quincy Jones ile çalışır. Albüm tam anlamıyla hit olabilecek parçalarla doludur. R&B, Disko, Rock türlerinde ancak kendi sesine sahip adeta bomba gibi bir albümdür. Billie Jean isimli parça için harika bir Video Klip çekilir. Steve Barron yönetmen olarak harika iş çıkarmıştır. Öykü, dans, küçük metamorfozlar, güzel sesi ve dansı ile Michael. Unutulmaz bir kliptir. Ancak her şeyi sarsıp zihinlere kazınacak bir şey lazımdır. Aksi taktirde Popun Kralı olma amacına ulaşmak pek mümkün görünmemektedir. Thriller alışılmadık uzunlukta içinde korku teması taşıyan üstelik 60'lı yıllardan beri korku filmlerinin tanınmış siması olan Vincent Price tarafından seslendirilmiş etkileyici bir şiire de sahip, dinlemeye başlayınca insanın kapılıp gittiği müthiş bir parçadır.

Vincent Price'ın seslendirdiği şiir kısmını dinleyelim isterseniz.


Bunu tamamlayacak bir video klip etkin darbe olarak müzik piyasasını altüst etmelidir. Klip yapılır. Hatta klibin yapımın anlatan bir belgesel de yapılır. Klip, adeta kısa bir sinema filmi gibidir. Biraz da bu, harika müzik klibinin etkisi ile Michael Jackson 1983 yılında 11 dalda aday gösterilir ve 7 Grammy ödülünü alır. Artık Pop'un kralıdır.

Video klip Michael'ın sevgilisiyle sinemada bir kurt adam filmi izlemesiyle başlar. Daha sonra kız korkar ve filmden birlikte çıkarlar. Yolda yürürlerken Michael'in söylediği şarkı hikayeyi anlatır. Birden, ne alakaysa her yerden zombiler çıkar ve birlikte şarkılar söyleyip dans ederler. Müzik dünyası altüst olmuştur. Artık hiç bir şarkı için yapılacak video klip eskisi gibi olmayacaktır. Klip defalarca taklit edilir. Dans hareketleri ezberlenir. Filmlerde dansı canlandırılır.


Thriller, sadece bir müzik videosu değil, 80 kuşağında gençliğini yaşayan geniş bir insan topluluğunun kültür birikimine eklemlenmiş bir eserdir.

İşte, bağlantı kısmından burada söz etmek lazım. Video klip, Yönetmen John Landis tarafından çekilmiştir. Michael'in Kurt adama dönüşümü, "Amerikan Kurt Adam Londra'da" filmindeki teknikle gerçekleştirilir. Fimdeki hortlak zombiler de, video klipteki dansçılar oluverir.

O döneme kadar, müzik videoları stüdyolarda şarkıcı ve müzikle pek de ilgili olmayan seyirci ile çekilir, şarkıda söylenenler ve hikaye dinleyicinin hayal gücüne bırakılırdı. Yavaş, yavaş konuyu da içeren video klipler yapılsa da daha önce Thriller gibisi yapılmamıştı. 80'li yıllarda genç olanlar şüphesiz bu satırları daha kolay anlayacaklardır. İyi bir yönetmenin bir ihtiraslı bir pop müzik şarkıcısıyla bağlantıları, harika bir sonuca ulaşmalarını sağlamıştır.

Sadece doğa değil, eğlence dünyası da böyle, örnekteki gibi bağlantılarla doludur. Nasıl olmasın? Hayat bağlantıların eseridir.

Ben size sevdiğim bir video klibin hikayesini aktararak, buna bir örnek vermeye çalıştım. Beğendiğinizi umuyorum.

Sağlıcakla kalın.


4 Aralık 2017 Pazartesi

Kibirli Maymun

Geçenlerde daha gün aydınlanmadan araçla şantiyeye gidiyorduk. Aracın penceresinden bakarken hızla gözümün önünden akıp giden alaca karanlık yol süslerinin büyüsünden uzaklaşıp, kestireceğim yerde, düşünceye daldım. İçinde bulunduğum aracı düşündüm. Sonra üzerimdeki giysileri, çevrede insan tarafından ortaya çıkarılmış eserleri, evleri yolları. Sonra insan geldi aklıma. Neydi insanı insan yapan? Elimizden tüm bu birikim alınsa geriye ne kalır?

Unuttuk gitti

Tüm bildiklerimizi bir anda unuttuğumuzu düşünün. Eğitiminiz, okuma ve hatta konuşma yeteneğiniz yok olsa. Tüm insanlık aynı şekilde her şeyi unutsa. Bir tür fabrika ayarlarına sıfırlansak. Her şeyi yeniden keşfetmek şimdiki medeniyet seviyesine geri dönmek için kaç nesil gerekir? Dahası modern tarım, endüstri taşıma ile kopacak olan bağımız nedeniyle geniş kitleleri besleyebilir miyiz? Yerine getirilmeyen ihtiyaçlar kitlesel yok oluşa neden olur mu?

Dünyanın neresine giderseniz gidin, geniş bir dağıtım ağı sayesinde insan ihtiyaçlarının karşılandığını görebilirsiniz. Bitmek tükenmek bilmeyen bu ihtiyaçları karşılamak için koşturup dururuz. Yollar çılgın bir trafiğe, sanayi tesisleri büyük çapta üretime mecburdur. Bütün bunlar için bir de, çeşit, çeşit maddeden faydalanarak enerji üretip kullanırız. Bunlar için de inanılmaz sayıda insan çalışır. Bir anda herkes her şeyi unutursa bizden geriye ne kalır?

Beyaz sayfa

Eğer evrende başka bir yerlerde, başka akıllı canlılar varsa ve onlar da aynı şeyi düşünüyorlarsa, cevap kökenlerine kadar inmelerini gerektirecektir. Bir kafadan bacaklı, bir plankton, germanyum bazlı ilkel bir hayat formu, kınkanatlı bir böcek ve belki de bizim için, bir insansı olabilir. Beyaz bir sayfa. Ancak o kadar da parlak değil!

Yürümeyi becermek sanırım kolay olanlardan biri olur. 10 milyon nüfuslu bir şehirde bile olsanız, nereye gideceğinizi bilmeden etrafınızdaki şaşkın kalabalık gibi oradan oraya sürüklenmekten başka yapabileceğiniz bir şey yok. Akşam yaklaştığında giderek soğuyan hava nedeniyle donmadan hayatta kalmaya çalışmak bile başlı başına bir yaşam savaşı. Şansınız varsa görece sıcak bir mekana bir binaya sığınsanız bile en basit yiyeceğe ulaşıp karnını doyurmak bile bir mesele. Sizin gibi bir zamanlar insan olan etrafınızdaki canlıların sizi yemek olarak görmeleri de işten bile değil. Bundan iyi dünyanın sonu mu olur.

7 büyük günahtan biri: Kibir

İşte tam da bu anda aklıma ne kadar kibirli olduğumuz geliyor. aslında insanlığın sonu için dünyanın sonu diyoruz. Hayata öylesine pamuk ipliğiyle bağlıyız ki hayata insanlığın sonu için bile büyük bir kibirle "dünyanın sonu" diyebiliyoruz. Bir kaç derecelik bir ısı değişimi, virütik bir amansız salgın, dünyanın ekseninde olabilecek bir değişiklik, küresel bir hafıza kaybı kolayca sonumuzu getirebilir. Tahtadan dev bir gemi yapıp içine doluşsak bile kurtulamayabiliriz. Başka bir gezegene hatta Mars'a bile kaçsak kurtulamayacağımız bir sonla bir şekilde insan türü evrenden silinebilir.

Bizse bunların hiç farkında olmadan on binlerce yıldır yaşadık ve daha bir kaç yüzyıl geriye gittiğimizde kendimizi evrenin merkezinde görüyorduk. Ancak hayal ettiğimiz evren aslında o kadar büyükmüş ki, durumu anladığımızda bile, anlamak güç oldu.

Şunun şurasında tüysüz ve korumasız vücutlarımıza giydiğimiz rengarenk kıyafetlerin içinde gariban bir maymundan bile daha zayıfız. Tek korumamız olan kafamızın içine büyük zahmetlerle doldurmuş olduğumuz bilgi. Ne kadar bilgiye sahipsek o kadar çare üretebiliyoruz. Ancak bu bilgi bir anda yok olabilir. Her nasıl olup da anlayamadığımız bir şekilde organik bir nöron ağında tutulan bu bilgiler bir anda uçup giderse bizden geriye ne kalır?

İşte kibir, bu yüzden kötü ve gereksiz.

7 Temmuz 2017 Cuma

Aşk Algoritmalar Yüzünden mi Var?


Algoritma: Bir işin nasıl yapılacağını gösteren yolun, adım adım tarifidir. Daha çok bilgisayar programları ile ilgilenenlerin çok uğraştıkları ve yakından bildikleri bir kavramdır.

Şema Wikipedia'nın ilgili
sayfasından
alınmıştır.
Algoritma adını, Ebû Ca'fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî isimli 9. yüzyılda yaşamış olan bir matematikçiden almaktadır. "Algoritmi de numero Indorum" adıyla Latince'ye tercüme edilen kitabı sayesinde kendisinin algoritmayı saptayan ilk kişi olduğu düşünülmektedir.

Algoritma kelimesinin de "el-Hârizmî" (ya da al-Hârizmî) kelimesinin batılılar tarafından "algorizm" şeklinde söylenebilmesinden ortaya çıkmıştır.

Duygularımız da karmaşık algoritmalar olabilir mi? 

Belki. Karar mekanizmalarının anlaşılması için yapılan deneylerde, deneklerin kafalarının üzerine yerleştirilen algılayıcılar ile beyin dalgaları incelenmiştir. Buna göre, bir konu üzerinde birey tarafından alınan bir karar bilinçli olarak ifade edilmeden hemen önce, beynin ilgili bölümünde bir farklı dalga gözleniyor. Verilen kararın, örneğin: Sağdaki ya da soldaki butona basma seçenekleri olduğunda, hangi düğmeye basılacağının tercih edildiği, henüz deneğin bilinci tarafından açıklanmadan önce belirlenebiliyor. Ardından deneğin, tespit edilen beyin dalgası değişikliği yorumlanarak hangi düğmeye basılacağı önceden anlaşılıyor. Denek de tahmin edilmiş olan düğmeyi seçip, basıyor. Bunun özgür irade tarafından gerçekleştirilen bir tercih olduğu fikrine şüphe işte tam olarak da bundan kaynaklanıyor. Yuval Noah Harari, Homo Deus adlı kitabında bu durumu özgür irade ile bağlayarak, aslında özgür irade ile değil, beyindeki algoritma ile kararın daha siz fark etmeden kısa bir süre önce verildiğini belirtiyor.

Doğrusunu isterseniz, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana kendimizi, çevremizi, dünyayı ve evreni anlamak için yoğun bir şekilde çaba gösteriyoruz. Bu konuda, çok yol almış olsak da, hala içimizde bir yerlerde duran "ilkel canlı" insanlık tarihinin başından bu yana çok fazla değişmedi. Zamanla deneyimlerimiz ve bilgi birikimimizden oluşan dev bir bilgi okyanusu oluşturduk. Ancak tüm bu birikime rağmen, hala gerçek ile gerçek olmayanı ayırt etmekte zorlanıyoruz.

Biri çıkıp, garip ve esrarengiz bir örgülü anlatım içerisinde bir konuyu eğip büktükten sonra, "eğer bu mesajı 10 arkadaşınıza gönderirseniz çok zengin olacağınızı ama göndermezseniz başınıza kötü şeyler geleceğini" söylediğinde içinizde ilkel kalmış bir yerlerden bir ses çıkıp: Söyleneni yapmanızı isteyebiliyor. Örneğin her ne kadar ücretsiz hizmet verdiğini bilsek ve tonla alternatifi olduğunu duymuş olsak da, bir de üzerine 10 yıl önce WhatsApp diye bir uygulama bulunmadığını bilsek de, tam tersini iddia eden mesaj, bir arkadaşımızdan geldiğinde içimizde nedensiz bir endişe duyuyoruz. Büyük ihtimalle atalarımız birlikte yaşamaya başladıklarında ve kabiledeki diğer bireylere güvendiklerinde, hayatta kalmak daha kolay olmuştu. Bu yüzden kabilesindeki diğer fertlere güvenen ve kendisine güvenilen bireyler daha kolay hayatta kaldılar. Bu özelliklerin gelecek nesillere aktarılması davranışımızın açıklaması olabilir. Bir arkadaşımızın bize söylediği ya da gönderdiği, aslında içeriğinde hiç bir doğruluğu olmayan bir mesaja inanırız. Nedeni, hayatta kalma şansımızı artıran bir alt yordamın derinlerde çalışması olabilir. İşte böylece içeriği ne kadar olağanüstü görünse de, bir arkadaşınızdan gelen zincir mektubu dikkate alıyor ve belki de o mektubu size güvenen başka arkadaşlarınıza gönderiyorsunuz. Korkmayın, yalnız değilsiniz. Ancak kim bilir, belki de özgür iradeye sahip olduğunuzu düşünüyor olmakla birlikte, gerçekte durum hiç de öyle değil.

Özgür İrade

Özgür irade, aynı toplumdaki insanlara yaygınlaştırdığımızda ortaya çıkan milli irade kavramı gibi aslında böyle bir şey olmadığını düşündürecek gediklerle doludur. Diyelim ki, abur cubur yemiyor, içmiyor ve formunuzu korumaya çalışıyorsunuz. Bir akşam, karşısına geçtiğiniz televizyonda içine ürün yerleştirilmiş en sevdiğiniz dizi oynuyor. Birden içinizde bir susuzluk hissediyorsunuz ve birazdan aklınıza dolaptan kola alıp içmek geliyor. Dizide oyuncunun elindeki "yerleştirilmiş ürünü" doğru dürüst fark etmemiş olabilirsiniz. Beyninizde işleyen bir düzenek sizi çoktan baştan çıkardı bile. E, ama hani özgür irade vardı?

Siyasi görüşünüze göre kullandığınız oy, gerçekte tam olarak yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi etkilenemez mi? Siyasetçiler sizce beyninizde geri planda çalışan bazı bu mekanizmaları kullanacak bir yöntem biliyorlar olabilir mi? Biliyorlarsa bunu kullanmazlar mı? E, ama hani milli irade vardı?

Ya duygular?

Sevgi adını verdiğimiz duygu olmasaydı yavrularımızı yetiştirme konusunda pek başarılı olamayabilirdik. Tabi ile de bu mekanizma işleyecek diye bir sorunluluk yok. Eğer bir sürüngenseniz, örneğin kaplumbağa, yeterli sayıda yumurtlayıp, hayatta kalan yavru sayısını artırmak da bir başka çözüm olabilir. 100'lerce yumurtadan çıkan bir kaç şanslı yavru hayatta kalabilir. Nesil devam eder.

Ancak memelilerde buna imkan yoktur. Bebek bir süre canlının içerisinde büyüdüğü için öyle yüzlerce yapma şansınız bulunmaz. Bir köpek 7-8, bir insan da 1, bilemedin iki yavru büyütebilir içinde (normal şartlarda). Doğumdan sonra, kendine yetmeyi öğrenene kadar ebeveynleri tarafından bakılan yavrular hayatta kalabiliyorsa bu davranış şekline sahip fertler gelecek nesilleri oluşturacakları için bu durum hayatta kalmak savaşında bir başka çözüm olarak ortaya çıkmış demektir. Sevgi dediğimiz de, öncül memeli atalarımızın hayatta kalmalarına neden olan bir algoritma olabilir mi, ne dersiniz?

Biyolog Richard Dawkins aşkın ebeveynlerin çocukları kendine yetecek hale gelene kadar bir arada kalmalarına neden olan rastlantıdan doğan, kuvvetli bir duygu olabileceğini ve işe yaradığı için de sonraki nesillere aktarıldığını ileri sürmüştür.

Austin Powers filmlerinin ünlü kötü karakteri ve
kendini kopyalayarak yaptığı oğlu Mini-Me
Belki de, beynimizde biz fark etmeden çalışan pek çok alt yordam (sub routine) benliğimizi oluşturuyor olabilir. Yine ömür boyu kazandığımız bilgi ve deneyimler ile bunlara başka algoritmalar ekliyor olabiliriz. Tüm bu bileşenlere kişilik adını verip, özgür olduğunu sandığımız irademizle aslında atalarımızın tekrar tekrar kullandıkları bazı davranış kalıplarını sürdürüyoruz. "Özgür irade diye bir şey yoktur" denildiğinde, aksi fikirlerimizi ortaya döküp, şiddetli tepki verebilirken, "ayy, aynı babası" denildiğinde, bizim minik kopyamızı andıran ve bizim yaptığımız hataları tekrar ederek büyüyecek olan yavrumuzla ise gurur duyuyoruz.

Yapay Zeka?

Hızla ilerleyen bilgisayar teknolojisi sayesinde insanlık yapay zekayı geliştirmeye çalışıyor. Arnold Schwarzenegger'in oynadığı ölümcül robotların ve yapay zekanın insanları yok etmeye çalıştıkları Terminatör serisi veya insanların enerji üreteçleri olarak kullanıldığı Matrix serisindeki durum öngörülse ve gerçekleşme ihtimali de yüksek olsa da, yapay zekayı geliştireceğiz gibi görünüyor. Üstelik yapay zeka sayesinde var olandan çok daha az sayıda insan ile ekonomik hayat sürdürülebilir ve az sayıda insan dünyadaki cenneti yaşamaya devam edebilir. Üreme yeteneğine yapılacak küçük bir değişiklik bir kaç 10 yıl içerisinde 7 milyara ulaşmış insan nüfusunu 1 milyarın altına düşürebilir. Üstelik bunu yapmak için insanlar özgür iradelerinin (!) sözünü dinleyebilirler.

Yapay zeka özgür iradeye (!) sahip olabilecek mi bunu bizden sonraki nesil görecek gibi. Umarım bu defa durum, insanlığın iyiliği için kullanılır. Tabi, bildiğimiz anlamda bir insanlık kalırsa...

2 Haziran 2017 Cuma

Kıyamet Çok Yakın

İnsanın ömrü, evrenle ya da dünya ile kıyaslandığında kısacıktır. Oysa bir insan yaşadığı 50-60 yılı evrenin ömrü gibi algılar. Anlamadaki bu derin uçurum aslında bir tek basit adımla aşılabilir. Peki bu adım ne olabilir?

Ölümü yaklaşan insan, hele bir de cahilse, farkında olmadan tüm yaşayanlar kendisi ile birlikte yok olsun ister. Kıyamet fikri büyük ihtimalle böyle ortaya çıkmıştır. Kendini büyük ve önemli sanan insanlık da bu dönemsel yaygın söylenceye (pop kültür) kaptırmıştır. Muhtemelen insanlığın sonu da böyle kibirli bir soytarının "madem kıyamet olmuyor, bari ben yapayım" düşüncesine kapılmasıyla gelecektir.

Kibir, pek çok inanışa göre büyük günahtır


Evrim bir gerçektir. Bırakın akraba olduğumuz maymunları, soğanın zarındaki bir hücreyi bile inceleseniz yapı taşı olan dna bazında aynı kökenden gelmiş olduğumuzu görebilirsiniz. O halde bu kadar kibirli olmamızın sebebi ne? Zamana hakim miyiz? Ya enerji ya da maddeye hakim miyiz? Mesela büyük miktarda enerjiyi önce maddeye sonra yine enerji üreten bir yıldıza çevirebiliyor muyuz? Üstelik bunu yaparken geçebilecek milyarlarca yıllık zamana hükmetmek gibi bir gücümüz var mı?

Kendi sonu geliyor diye kıyamet olmasını isteyecek kadar bencildir insanoğlu. Oysa iyi insana yakışan, geride yaşanacak bir dünya bırakmaktır. Ölünecek değil!

Yapabildiklerimiz ile karşılaştırıldığında, yapamadıklarımız bu kadar çokken bu kibir neden? Üstelik bu yüzden yaşadığımız ve bize harika imkanlar sağlayan gezegenimizi yaşayamayacağımız hale çevirmek üzereyiz. Mars gibi çoktan ölmüş bir gezegeni yeniden yaşanabilir hale getirme planlarını yaparken diğer yandan Dünyayı yok edecek üretim tekniklerimizi sürdürmek akıllı bir davranış şekli mi?

Endişe etme - iklim değişikliğinin
yalan olduğunu twitliyorum.
Karikatür, buradan alınmıştır
Sadece aptallar pencereden bakarken yok olan dünyayı değil, kendi zavallı siluetlerini görüp bundan keyif alır.

Bir an önce kafamızı kullanmaya başlayıp, Dünyayı yok etmeyi bırakmalı, onu bizden sonraki nesillerin keyifle yaşayabilecekleri bir yer haline getirmeliyiz.

Başlangıç olarak, o eski tapınak yazısını analım. "Kendini Bil!"


12 Mayıs 2017 Cuma

Organize İşler

Nikolay Çavusesku
İnsanlar bir arada yaşayan canlılar. Büyük ihtimalle bunun nedeni avcı toplayıcı dönemlerimize kadar gider. Birlikte yaşamak yırtıcı hayvanlara ve çevredeki diğer kabilelerden gelecek tehlikelere karşı iyi olmuştur. Daha büyük ve güçlü bir kabile yapısı doğal tehlikelere karşı da daha iyi bir dayanma gücü yaratmış omalı. Özetle, yardımlaşma, insanları daha baskın bir canlı türü yapmış olmalı.

Bu durumun yerleşik tarım toplumuna geçişten sonra da devam ettiğini söyleyebiliriz. Birlikte yaşayan insan toplulukları zamanla kalabalıklaşmıştır. Kalabalık insan topluluklarında çok sayıdaki insanın birbiriyle ilişkilerini sağlamak için yönetim işlerinde becerikli bazı bireyler protokolleri olan bir tür organizasyon kurmuştur. Neyin nasıl yapılacağı konusunda bir algoritma geliştirmek yine bu organizasyonların işidir.

Tehlikelerden Korunmak Gibisi Yoktur

Görsel şu adresten alınmıştır.
Örneğin sizi ve ailenizi korumak, ticari ilişkilerdeki anlaşmazlıkları halletmek, medeni konularda gereken koruma ve desteği vermek gibi. Böylece genellikle primat kabilelerindeki alfa erkek hükümranlığı, insan için de çok benzer şekilde yaşanmaktadır. İnsan topluluklarındaki fark, birey sayısı bir kişinin baş edemeyeceği kadar çoğaldığında, yönetim erkini elinde tutanın kendine yardımcılar bularak, onlara yetkilerini kısmen aktarmasıdır. Belli bir sayıya kadar bu örgütlenme şekli oldukça verimli olarak işleyebilmektedir. Hadi bu verimli iletişim için 150-250 kişi olarak bir rakam verelim. Bu sayı bir kişinin tanıyabileceği ve devamlı ilişkide olabileceği insan sayısı olarak halen sosyal medya sitelerinde kabul görmektedir.

Facebook Gerçekte Kaç Dostunuz Olduğunu Biliyor

Siz Facebook arkadaş sayısının 5000 ile sınırlı olmasına hiç bakmayın. Facebook algoritması size taş çatlasa 25-30 arkadaşınızın sürekli paylaştığı içerikleri gösterir. Bir iki kez arkadaşlarınızın paylaştığı içerikle ilgilenmediğinizde Facebook size o arkadaşlarınızın paylaşımlarını göstermez. Böylece sizi ilgilendirmeyen içerikten uzak kalmış ve Facebook'a daha az sinirlenmiş olursunuz. Bu Facebook'da geçirdiğiniz zamana pozitif etki yapar. Facebook da size ilgilendiğiniz reklamları içerik şeklinde göstererek biraz para kazanır. Sonuç itibariyle, çalışanların paralarını ödemek masrafları karşılamak lazım. Tıplı devlet yönetimlerinde olduğu gibi ;)

"Çocukken her akşam yatmadan önce Tanrı'ya bana bir bisiklet vermesi için dua ederdim. Bir gün, Tanrının çalışma tarzının bu olmadığını anladım. Ertesi gün gittim, kendime yeni bir bisiklet çaldım ve her akşam yatmadan önce Tanrı'ya günahlarımı affetmesi için dua ettim.
Al Capone"

Sisteme Uymamak

Mafya Lideri Al Capone
Kabilelerdeki birey sayısı binleri aştığında mevcut yönetim organizasyonu etkisi azalabilir. Böyle durumlarda alternatif organizasyonlar ortaya çıkabilir. Yönetim erkini elinde bulunduranlar için bu ikincil organizasyonlar bir alternatif olarak görülebileceğinden, önemli bir tehdittir. Bir insan topluluğu içindeki düzeni bozan terör örgütleri, mafya, eşkıya bu tür organizasyonlara örnektir. Demokrasiler ise farklı olarak kimin yönetim erkini elinde bulunduracağına halkın karar vereceği yönetim sistemleri olarak gelişmiştir. Böylece hükümran kişi veya ailenin göreli olarak mutlak olan yönetme erki elinden alınarak halkın kısa dönemler için kendini yönetecek olan kişileri kendi içerisinden seçmesi daha ileri bir sistem olarak benimsenebilir. Siyasi Partiler genellikle, yönetime potansiyel olarak aday olan ve belirli bir düzen içinde kurallara uyarak devlet örgütünü yönetmek için çabalayan topluluklardır.

Bazen iktidarı kaybetmek yönetimi yitirmek anlamına gelmez. Devrim niteliği taşıyan değişimler bile mevcut devlet organizasyonunun yerine yenisini koyabilecek yeterlilikte değilse başarılı bir devrim gerçekleştirmiş bile olsa bunu mevcut devlet elitlerine kaptırabilir. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dağıldığında ortaya çıkan devletlerin yönetimleri mevcut komünist partisinin kadrolarının elinde kalmış, eski devlet yönetimi, ortaya çıkan bağımsız devletlerde yönetim organizasyonu üstlenmiştir. Doğu blokundaki pek çok ülkede de benzeri durum yaşanmış, devlet mülkü olan taşınmazlar, fabrikalar birer birer değerlerinin çok altında elden çıkarken eski yöneticiler her nedense mal mülk zenginleri olarak ortaya çıkmışlardır. Amerika Birleşik Devletlerinde de baştaki kişi değişse bile genellikle uzun dönemli devlet politikası ve organizasyonu oldukça istikrarlı bir şekilde devam etmektedir. İsterse bu başkan bir Sinema Oyuncusu olsun ya da bir çapkın senatör, durum fark etmez. Eski bir başkanın oğlu bile göreve geldiğinde genellikle kendisine biçilen rolü biraz kişiselleştirerek ve yorumunu katarak oynar. Ancak devlet örgütü işlemeye devam eder.

İnsan topluluklarının kimler tarafından yönetildiğinden çok, hangi algoritmayla yönetildiğini belirleyen yapıya devlet organizasyonu diyebiliriz.

Madem Kötü, Devirelim Bari

Mısır - Arap Baharı
Kimi zaman bir organizasyonu devirebilirsiniz ancak yerine bir başka organizasyonu koymadığınızda mevcut devrik yapının, yaptığınız devrimi elinizden gasp etmesi ve yönetim erkini ele geçirmesi beklenmesi gereken bir durumdur.

Arap baharında halk hareketi mevcut yönetimi devirmiş, ancak yerine bir organizasyon getiremediği için, bahar mevsimi çabukça geçmiştir. Geriye baktığımızda, "olanın olaylar sırasında canlarını kaybedenlere olduğu" yorumu pek de haksız sayılmaz.

Deha, devrimi yapmakta değil, ardından onu sağlamlaştırmak için gereken örgütlenmeyi başarabilmektedir. 1916-1922 yılları arasında İngiltere Başbakanı olan Lloyd George'un Mustafa Kemal Atatürk için "İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu şanssızlığımıza bakınız ki, bu dahi Küçük Asya'da çıktı. Hem de bize karşı... Elden ne gelebilirdi?" dediği söylenir. Ancak sadece askeri değil, devlet yönetimi konusunda da Atatürk bir dehadır. Yeni bir devlet kurmakla kalmamış, devamı için gereken organizasyonu da tüm imkansızlıklara rağmen oluşturmuştur.

Devlet yönetiminde çeşitli tehditlerin zaman zaman denemeler yapması doğaldır. Devletin örgütlenmesi yeterince kuvvetli olmaması halinde bir başka organizasyon yeteneği sahibi güç, mevcut olanın yerine geçebilir. Dünya tarihi böyle örneklerle doludur.

İnsanlık belki bir gün küresel olarak bir yönetim organizasyonu kurmayı başarabilir. Dünyayı barış ve kardeşlik ile yönetmek tahmin ettiğinizden zor olsa da, olmayacak bir şey değil. Ancak o günü yaşamak için ne kadar bir süre geçeceğini öngörmek zor. İnsanlık için iyi olup olmayacağını da bilmek şimdiden imkansız gibi duruyor. Ama belli mi olur?


18 Nisan 2017 Salı

7 Maddede Ölüm ve Diriliş Rehberi


Gerçek anlamda ölüm ve sonrası ile ilgili elimizde bir veri olmadığı için burada ele alınacak konu ezoterik (içrek) anlamda ölüm ve diriliştir. Dolayısıyla fiili anlamda "ölümden sonra, bana ne olur?" sorusunun cevabını bu yazıda bulamazsınız. Bu yazıda mükemmel insan olma hedefi ile yola çıkan yolcunun kendini geliştirme aşamalarından biri olan eski yaşantısına ve bilinç düzeyine veda edip, farklı bir düşünce durumuna geçişle ilgili konular ele alınacaktır.

1- Öldüm, Dirildim

Pek çok inanç sisteminde ölüp yeniden dirilen kahramanlardan söz edilir. Ezoterik öğretiler sembolik ölüm ile adayın mevcut yaşamında bulunduğu uyku halinin bitip yeni bir bilinç düzeyine erişmesini temsilen yaşarken ölüp, dirilmesini sağlar. Bu durum öğretiye katılma ve bir başka düzeye erişme sırasında tekrar edilebilir. Ölüm ve diriliş aslında birer semboldür.

2- Ölümü Deneyimlemek

Ölüm anladığımız bir olgu değildir. Bilinç ile ödüllendirilmiş insan, öleceğini bilmek ile de cezalandırılmıştır. Beklediği ölümden sonrasını düşünmek yüzünden bir çıkar yol aramamak da son derece insanca bir yaklaşımdır. Ölümün nasıl olduğunu deneyimlemek ve dönüp bunu diğerleri ile paylaşmak mümkün değildir (ölüme yakın deneyimlerden bahsetmiyorum). Ancak gerçeğe giden bir yolculuğa çıkmak için mecazi anlamda ölümü yaşamak iyi bir başlangıç olarak kabul edilmiştir. Ölüm sembolünde kimi zaman bir mezarda, bir tabutta, karanlık bir mağarada ya da loş bir odada ölüm sembolü ile yolcuya aslında yaşamakta olduğu hayatta karanlıklar içerisinde olduğu alegorik olarak ifade edilmektedir. Az sonra karşılaşacağı aydınlık ise yolcunun yeniden doğarak (dirilerek) yeni bir bilinç düzeyine geçmesini sembolize eder. Aslında yolcu henüz yolun başındadır ama yola çıkmıştır işte. İlerlemek ve kendini geliştirmek (kişisel gelişimcilerin sevdiği tabirle kendini yeniden yaratmak) tamamen kendisine bağlıdır. Kimi yolcu çok ilerler, kimi ise bir kaç adım. Hangisi olursa olsun başladığı yerde değildir artık.

Berk Yüksel'in de dile getirdiği gibi: "Ezoterik inisiyasyon; bireyde,  varlığın bir alt aşamasından bir üst aşamasına geçişini ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelik süreçtir"(1). Ölümü deneyimlemek bu nedenle aslında sürecin başlangıcı anlamına gelmektedir.

3- Cehennem Azabı

Cehennem ile hayattaki günahların karşılığının bedelinin ödenmesi sembolik olarak betimlenir. Aslında burada, günahların bedelinin ödenmesi sembolizması ile kişinin aydınlanması ve yeni bir bilinç düzeyine erişmesi durumu vardır.

4- Aydınlanmak ve aydınlatmak

Ezoterik anlamda aydınlanmak kişisel bir deneyim ve eğitim gerçekleştirmektir. Kapasiteniz kadar ediniminiz olur. Bilgiyi, onun için çaba harcamış ve hak etmiş yolcu özümseyebilir. Örneğin İnternet pek çok içerik ile doludur. Yeterli depolama kapasitesine sahipseniz tüm bu bilgileri elde edebilirsiniz. Ancak bu bilgileri değerlendirebilecek algoritmalara (nasıl yapılır bilgisine) sahip değilseniz tüm bu bilgi işinize yaramaz. İnternetin ilk arama motorları (Altavista gibi) bu nedenle çöp sonuçlar ile kullanıcıyı yormuşlardı. Yolun başında kalakaldılar. Google ise bu işte algoritma geliştirerek ilerlemeyi becerdi. Bu nedenle artık sadece tek kelime ile aram yapsanız da aradığınızın bir coğrafi yer mi, yoksa bir araba modeli mi olduğunu kişiselleştirilmiş verileri de katarak anlayabiliyor. Aradığınız satın alınabilecek bir şey ise size fiyatlarını gösteriyor. İşte aydınlanma da salt bilgi edinme dışında bu bilgiyi iyi ve doğru için kullanma halinde bir anlam kazanıyor.

5- Bilgiye Ulaşmanın Bedeli

Adem ile Havva mutlu mesut yaşadıkları cennetten yasak meyva yedikleri için kovulmuşlardı. Buradaki meyvayı yiyen Adem ve Havva sonsuz bilgiye erişmişlerdir. Kurthan Savaşçın bu durumu şöyle anlatır: "Eva veya Havva bakire anlamına gelir yani saf varlık anlamındadır. Âdem ise ilk veya ölüm anlamına gelir. İlk varlığın Ölümle tanışması yani yeniden doğum sembolizması çok net ifade edilmektedir. Bu saf varlık yılan tarafından kandırılır. Yılan tüm ezoterik öğretilerde yeniden doğumu ve bilgiyi sembolize eder. Ancak bu kere ölüm yaşarken devrededir. Yani Eva, Eje, Ece veya Havva yaşarken Âdem yani ölümle tanışmış ve yılan yani yeniden doğmuştur"(2). Burada bilgiye erişmenin bedelinin ağır olabileceği anlatılmıştır. Farkındalık belki de cennette olmaktan bile önemlidir. Yolcu büyük bedeller de ödese gerçeğe doğru gitmek için bulunduğu bilinç düzeyinden kurtulmalıdır.

6- Yüzleşmek

Sembolik anlamda ölüp yeniden doğmak için önceki yaşamınızı gözden geçirmeniz gerekir. Farklı bir bilinç düzeyine geçebilmek için bulunduğunuz durumu anlamanız gerekmektedir ki bunu değiştirme gücünüz olsun. Korkut Keskiner bunu şöyle ifade etmiştir: "Dikkat edilecek faktörler, süjenin kendi hayatını bilinci açık olarak kendisinin görmesi ve yüzleşmesi, ve açılan dosyanın, yargısızca, yerel ve güncel doğrulardan bağımsız olarak, o tekil deneyimin seçimleriyle düzeltilmesi"(3). Pek çok inanışta ölümden sonra yaşarken yaptıklarınızın değerlendirmesi yapılır. Buna göre nasıl bir insan olduğunuz ölümden sonraki hayatınızı belirleyecektir. Belki de hepsinde heniz ölmeden kendinizle yüzleşip, geçmişinizi düzeltmek ve daha iyi bir insan olmanız için gizli bir mesaj verilmiştir. Öyle ya, yaşarken düzelmek varken son anınıza kadar günah işlemenin sonra da gidip cehennem azabı işlemenin mantığı nerede? Gerçeğe ulaşmak için yola koyulmak varken, neden düzelmeyesiniz? Bunun için ölüm ya da hesap gününü neden beklenir? İşte yaşarken ölüp, eski hayatınızı değiştirip yeni bir aydınlığa uyanmak için kendinizle yüzleşmek bu yüzden önemlidir. Yolcu gerçeği öğrenmek için çıktığı ve belkide bitmeyecek bu yolculuğu boyunca kendinle yüzleşmeye devam edecektir. Hedef erişilemez ya da hayali de olsa yolcu hedefine ulaşmak için gerçekten ölene kadar attığı her adımda hep daha iyi olacaktır.

7- Bu işin anahtarı hep gözümüzün önünde mi yoksa?

Ölmek ve yeniden doğmak pek çok inancın içerisinde ortada duruyor. Ancak biz bunu yanlış anlıyor ya da hiç anlamıyor olabilir miyiz? Belki de, inanç sistemlerinin aslında ne anlatmak istediklerini ortaya çıkarmayı hedefleyen öğretiler gerçeği bulmanın yolunu biliyordur. Serdar Öktem bu konuda şöyle demiş: "Mısır inisiyasyonu, Pisagor inisiyasyonu, Kabala, Tasavvuf, Bektaşilik, Gül Haç Cemiyeti, Masonluk vb. bize ölümlerimiz arasında ölüme doğru giden yolda yaşarken edinmemiz gereken deneyimin anahtarlarını veriyor olabilirler mi? Yani bütün bu kurumlar ölmeden ölmenin yolunu bize öğretiyor ve tarihin çok derinliklerinden gelen bir ana bilgiyi zihnimize nakşediyor olabilir mi acaba? Ruhumuzu ışığa giden yolda eğitmemiz için gereken sabrı, basireti, itidali, aklın kuvvetini bize sembollerle mi veriyorlar dersiniz?"(4). Bazen detaylarda kaybolur insan. Ancak biraz geriye çekilip tüm içeriği birlikte değerlendirme imkanı bulduğunuzda hep gözünüzün önünde duran yalın gerçeği bulabilirsiniz.

Yarın yeni bir yaşama uyanmanız ve aydınlık için çıktığınız yolculukta kaybolmamanız dileğiyle.



Dipnot:
(1) Berk Yüksel, Ezoterik İnisiasyon, 09.07.2007, http://blog.milliyet.com.tr
(2) Kurthan Savaşçın, Ezoterik Öğretilerde İkinciler, 01.06.2015,  http://savascin.com
(3) Korkut Keskiner, Ölmeden Önce Ölmek, 22.03.2016, http://www.felsefetasi.org
(4) Serdar Öktem, Ölüm, 23.03.2017, http://www.felsefetasi.org

3 Nisan 2017 Pazartesi

Hedef Neden Önemlidir


Tuvaletlerde pisuvara eklenen kara sinek resmi etrafı kirletmemeye yardımcı olur malumunuz. Aslında erkeğe hedef göstermektir o küçük sinek. Sineksiz pisuvarda nereye nişan alacağına karar vermek güçtür. Çeşitli farklı tasarımlardaki pisuvarlar eğer doğru açı ile nişan alınmadığında istenmeyen sıçramalara ve kirlenmelere neden olabilirler. Bu nedenle küçük bir sinek bu defa mide bulanmasına değil aksine önlenmesine neden olur.

Büyük ihtimalle avcı-toplayıcı dönemimizde hedeflere odaklanan erkek atalarımız daha iyi avlar yaptılar. Bunun sonucunda kabileye elleri dolu dönen erkek üyeler dişilerin daha çok dikkatini çekmiş olmalılar. Böylece hedef gözeten ve bu hedefleri vurmada başarılı olan erkeler nesillerini diğerlerine göre daha kolay devam ettirmiş olabilirler. Nesilden nesile aktarılan ve giderek güçlenen bu özellik günümüzde artık çoktan avcı-toplayıcı yaşam sitilinden vazgeçmiş olsak da hayatımızı etkiliyor.

Popüler kişisel gelişim önerileri ile dolu olan kitaplarda genellikle bahsedilen konulardan biri de bir hedefe odaklanmak üzerinedir. Örneğin, "Hayatta başarılı olmak için, ulaşılması güç bir hedef belirleyin, daha sonra da hayatınız boyunca o hedefe ulaşmak için çaba gösterin" gibi. Bir insanın başarılı olması beyninde çeşitli kimyasalların salgılanmasına neden olur. Beyin başarıyı ödüllendirir. Kendini mutlu eder. Bu durum bir tür madde bağımlılığına neden olabilir. Daha çok başarı elde etmek ve daha çok ödül peşinde koşmak dayanılmaz bir istek haline gelebilir. Ancak tüm madde bağımlılıklarında olduğu gibi zamanla beyinde üretilen madde miktarının aynı kalması, elde edilen mutluluğun azalmasına neden olur. İstenilen mutluluk derecesine erişememek de genellikle bunalıma ve endişeye neden olur.

Hedefler koymak ve onları gerçekleştirmek önemlidir elbet. ancak en az bunun kadar kendini gerçekleştirmek de önemlidir. Daha iyi bir insan olabilmek için çabalamak kendini mükemmelleştirmek için elinden geleni yapmak ve benliğini yüceltmek bir insanın mutluluğunun anahtarı olabilir. Üstelik bu yolculuğun en önemli özelliği ve keyfinin bitmemesinin yegane nedeni hedefin ütopik olmasında yatar. Ne kadar iyi olursanız olun daha iyi olmamanız için bir sınır bulunmamaktadır. Önemli olan bu yolda yolcu olmaktır. Yol hiç bitmese de.

Gördünüz mü, yalancı bir sinek bizi nereden nereye getirdi?


7 Mart 2017 Salı

Güçlü Olan Gücün Hepsini İster

Tarih boyunca, krallar büyük ölçüde güçlerini, sorgulanamaz ve daha yüce bir kuvvetten almışlardır. Bu yüzden, yaptıkları her türlü hareketin nedenine ilişkin sorgulamalara karşı verilecek cevap çok daha kolay olmuştur. Kimi zaman sorgulanmaları da mümkün olmamıştır tabi. Zaten gücü elinde tutanın gücünü daha büyük bir yerden alıyor olması kadar güven kırıcı bir durum olabilir mi? İşin özü sürüdeki Alfa erkeğin gücünün mutlaklığından geldiğinden sürüdekilerin kafalarının içerisinde oluşan durum sürünün başarısını artırmış olmalı ki, türden türe bu bir hayatta kalma avantajı olarak geçmiş olsun. Tabi farkındalık düzeyi sincabınkinden çok daha ileri olan modern insan söz konusu olunca durum biraz karışıklaşmıştır.

Söz konusu güç ve şiddet olunca, yılların Ana Tanrıçası (Kibele ya da Sibel, hatta Hintli haliyle Şiva (1) diyelim, hatta belki de Mısırlı İsis) da, tabutta attırılan rövaşata ile erkekleşivermiş ve "alfa" erkek krallar da ondan nasiplenmeye başlamışlardır. Kimi araştırmacılar "Kıble" kavramının da Kibele'den geldiğini ileri sürmektedir.

Krallar tarih boyunca genellikle kendi güçleri ile yetinmemiş, ek bir güvenliğe sığınmak ihtiyacını duymuşlardır. Bir tür geçmiş reasürans fikri olarak görebiliriz bu durumu.

Örneğin Makedonya'dan kalkıp, Anadoluyu ele geçirdikten sonra Pers İmparatorluğunu yıkan, durmayıp Afrikayı da zapteden Büyük İskender için, ünlü bir kahinin Zeus'un oğlu olduğunu söylemesi, Mısır'da Amon tapınağında tanrı Amon ile görüştüğüne ilişkin söylentiler çıkması, rastlantısal değildir. Temsilciliği az görüp, tanrılaşmaya çalıştığı için Yunan ve Makedon insanları tarafından alaya alınınca, kendisine bir nebze çeki düzen vermiştir. Ancak vazgeçmeyip, aynı şeyi tekrar, tekrar dile getirse insanların kendisine inanabilecekleri gerçeğini gözden kaçırmış olmalı. Kendisinden sonra gelen pek çok yönetici ise bu yöntemi kullanmayı zamanla öğrenmiştir.

Örnek gayet açıktır. Kralın, tanrının temsilcisi olduğu konusunda toplumdan bir itiraz gelmesi kolay değildir. Yalnız, bizzat tanrı olduğunu söylediğinde itirazlar gelebilmektedir. Ancak, kimi toplumlar, kimi şartlar altında tanrısallaşan öğreti liderlerine genellikle de öldükten sonra tanrıya dönüştükleri için fazla ses çıkartamamışlardır.

Gotama Buda Hindistan'da "uyanış" yaşayıp öğretisini insanlara anlatmış ve zaman içerisinde takipçilerinin gözünde bir tanrıya dönüşmüştür. Kendisi büyük kitlelere hükmeden bir lider olmadığından, öğretisini anlatmak dışında, tanrı olma iddiasında bulunmamıştır.


Eski Mısır'da ise durum tamamen farklıdır. Krallar genel kabul edişin de etkisiyle, zaten tanrılardan gelen evlatlardır. Dolayısıyla tanrılardır. Ancak çok tanrının bir arada olması sorun teşkil etmezken, içlerinden birinin diğerlerinden ayrılıp, en güçlü ve tek tanrıya dönüşmesi gibi radikal bir değişikliğe öncelikle ruhani teşkilat bir karşı devrimle cevap vermiştir. Tek tanrı fikrinin ilk kez ortaya çıktığı dönem Akeneton'un firavun olduğu Milattan Önce 14. yüzyılın başlarına rastlar. Gerçi öldükten sonra Amon rahipleri kendisine ilişkin tüm bilgileri ortadan kaldırmaya çalışmışlar ve 10 yaşında firavun olan Tuthankhamon eski çok tanrılı dine dönmüş ancak yine de Hz. Musa'nın öğretiyi benimseyip, takipçilerine aktarmasıyla tek tanrılı dinler halk arasında eskisine göre daha büyük bir çoğunlukla kabul görmüştür.

Tek tanrılı dinler, deklare ettikleri amaçları olan iyilik, huzur, kardeşlik gibi unsurları evrenselleşmedikleri ve genel kabul görmedikleri için pek gerçekleştirememişlerdir. Hatta tam tersine kutsal amaçları için karşı olanlara savaşlar açmışlardır. Din savaşları, kimi zaman mezhep savaşlarına dönüşmüş ve bu defa aynı dini kabul eden taraflar, birbirlerini yok etmeye çabalamıştır. Sonuç itibariyle, tarih boyunca böyle anlaşmazlıklar yüzünden çok acı çekilmiştir.

İşin aslı, yönetim erkini ve gücü ele geçirmektir. Bunun için inanç kullanıldığında, inancın ve ilahın öğretisinin tam tersi bir durum oluşmaktadır. Laik tercih bu nedenle ortaya çıkmıştır. Dinin güç erkinin oyuncağı olması önlenmeye çalışılmış ve bu sayede bir kişinin değil de, geniş insan kitlelerinin katılımıyla, birlikte yönetim daha kabul edilebilir bir hal almıştır.

Ancak, insanın yazılımı derinlerde duran "alfa erkek" doğallığını korumaktadır. Bu nedenle insanlık tarihi boyunca edinilen deneyim ve ortak akıl, zaman zaman kısa devre yapıp, fabrika ayarlarına dönme eğilimindedir. İnsan, hazır olduğu bir anda, bu durumu aşmak zorunda kalacaktır. Ancak bu yarın mı olur, 10 bin yıl sonra mı bilmek zor.

Yine de birey olarak her zaman ne tarafta olduğunuza karar vermek elinizdedir. İlkel tarafınız çekiştirip dursa da ona direnip gelişmiş kısmınızı yüceltirseniz daha iyi bir tercih olabilir. Yol uzun olabilir ama duranların geride kaldığı bir yolda, arkadan gelenlerin üzerinizden geçip gitmekten başka şansları olmayabilir.



Dipnot:
1) Bazı görüşlere göre Şiva Tanrı'nın üçüncü biçimi/yüzü, Trimurti'nin (Hint Teslisi) bir parçasıdır. Trimurti'de, Brahma yaratıcı, Vişnu koruyucu, Şiva ise yok edicidir. Her ne kadar yok etmeyi temsil etse de, olumlu bir güç olarak görülür (Kötülüğün Yok Edicisi). Bkz.

8 Şubat 2017 Çarşamba

Hiç

Neyzen Tevfik ve Nietzsche
İnsan varlığının evrende bir amacı olmayabileceği ihtimalini düşünün. İnsanda endişe yaratan bir düşünce değil mi? Dünyada yaşayan 7 milyar insanın bir varlık amacı olmayabilir mi? Ortaya çıkarttığımız eserler, uygarlığımız, uğruna ölümü bile göze alacağımız pek çok konu aslında boş şeylerden mi ibaret?

Güneş sistemimizde dolanan büyükçe bir asteroid yörüngesinden çıkıp da dünyayı üzerinde canlı yaşayamaz bir hale getirse ve yok olsak. Bu durum evrende ne gibi bir değişikliğe yol açar? "Hiç" öyle değil mi?

O halde tüm insanlığı bir yana koyduğumuzda kendi bireysel yaşantımızın amacı ne olabilir? Çin'de fakir bir sanayi kenti civarında doğsak, ömrümüz boyunca 3 metrekare bir iş yerinde biteviye çalışıp fakir doğduğumuz gibi, fakir ölmek mi? Miami de bir multi milyarderin çocuğu olarak dünyaya gelsek ve hayatımız boyunca zevk peşinde koşmaktan başka bir şey yapmaya ihtiyaç duymadan yaşayıp, dünyaya doyamadan ölmek mi?

İşte bizim yakın tarihimizden bir örnek:

Neyzen Tevfik
Sadrazam Talat Paşa, sevdiği ve perişan halinden üzüntü duyduğu Neyzen Tevfik'e devlet dairelerinin birinde katiplik önerir. Neyzen Tevfik: "Katip olacağım da, ne olacak?" diye sorar. Bu soru üzerine şaşıran Talat Paşa, memurluk katlarını alttan üste sıralar: "Önce şu, sonra bu..."
Neyzen'in hala hoşnut olmadığını sezince de, şöyle sürdürür: "Daha sonra vekil, nazır, kim bilir belki de sadrazam... "Neyzen'in yanıtı yine bir soru olur: "Ya sonra?"
Talat Paşa, bir an duraksar, "sonrası" padişahlıktır çünkü. İster istemez: "Hiç!" der. Bu yanıt karşısında Neyzen Tevfik güler ve şöyle der: "Ben bugün de "hiç"im! Sonu "hiç" olduktan sonra, onca zahmete katlanmaya ne gerek var?"

Hiçlikten hiçliğe bir yolculuğa, yaşamak mı diyoruz? Yoksa, Neyzen Tevfik gibi özel bir konumda durup, hayatı farklı bir pencereden mi görüyoruz? Belki de, o boşluğu ömrümüz boyunca kendimizce anlamlı uğraşlarla doldurup eserler veriyoruz. Kendimize hikayeler anlatıp, sonra onlara kendimiz inanıyoruz.

Gerçekten, ne istediğimizi biliyor muyuz? Şöyle bir dünyada yaptıklarımıza bakın. İnsanlık tarihi yapmaktan çok yıkmak üzerine yazılmamış mı? İçinde yaşamak için muhtaç olduğumuz çevreye yaptıklarımızı bir düşünün. Birbirimize yaptıklarımızı düşünün. İnsan ne istiyor?

Delphi'deki tapınağın duvarında yazan "Kendini Bil" sözü acaba Yuval Noah Harari'inin Sapiens isimli kitabında bahsettiği gibi "ortalama insanın kendisiyle ilgili cahil olduğu ve gerçek mutluluğu da bilemeyeceği" (s. 384) anlamına mı gelmektedir?

Yaşama anlamı biz katarız. Friedrich Nietzsche “If you know the why, you can live any how.” "Yaşamak için bir sebebiniz varsa, her şeyle baş edebilirsiniz" demiştir. O nedeni ortaya çıkartmak yine bizim elimizde.

Büyük patlama olmadan hemen önce ne vardı? Hiç...

24 Temmuz 2016 Pazar

Köyleşmiş Büyük Kentlerde Yaşamak Neden Zor?


1980'li yıllarda üniversitede okurken Ankara'nın %70 kadarının gecekondularda yaşadığını öğrendik. Ekonomik zorunluklar ve nüfus artışı ile tarım ekonomisinin etkileri aileleri bulundukları kırsal bölgelerde yeterine besleyemez hale geldi. Göç ile şehirler giderek kalabalıklaştı. Ankara nüfusu 30 yılda yaklaşık olarak ikiye katlandı. Gecekondular ise kentsel dönüşümle apartmanlara evrildiler. Ancak, dönüşüm sadece binaları kapsıyor gibi. İçinde yaşayan insanlar kentli olmadılar. Sadece apartmanlarda oturan ama ne kentli, ne de köylü insanlar haline geldiler.

Dönüşümü sağlayamadık. Bu yüzden toplumca sıkıntılarını yaşıyoruz. Kentin, kent olmasını sağlayan kurallar bütünü ve dokusu ise bir türlü yerine yerleşemiyor. Örneğin kent kuralları konuluyor ama bunlara uymak için değil, uymamak için uğraşıyor insanlar. Tek yönlü sokaklarda ters yönde sürat yapanlar mı ararsınız, metroda engelli asansörlerini kullanalar mı? En basiti, apartmanlara birbirinden nefret eden komşular mı? Oysa huzur hepimiz için iyi olmaz mı?

Kent, bir arada yaşayıp, birbirinin sınırlarını iyi bilen ve birbirini rahatsız etmeyen insanların hayat alanıdır. Tolerans içerisinde yaşanmayan bir kentte barış olamaz. Bunun yanında kent insanı kültürel açıdan zengin, bedensel ve zihinsel açıdan üretken, verimli olmak zorundadır. Zira ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, elindeki sermaye ve güç budur. Ekip ürün alabileceği toprağı yoktur. Kentsel yaşamda, bireysellik ve özgürlük sınırları keskindir. Bu nedenle kentli yaşam tarzında birey, bir miktar yalnız olsa da, bu çok sayıda akraba ve kabileler içinde yaşamanın sınırlayıcılığı ve tekdüzeliği yanında, bireyin kendini yeniden yaratmasına ve kendini tanımasına yönelik bir özgürlük vardır.

Bilgi özgürleşmenin ve kendini yeniden yaratmanın en önemli katalizörüdür. Bu nedenle kent insanı okur, araştırır, sorgular. Bunları yapmayan insanlar, kentli olamamış hatta, eski yaşam alışkanlıklarını kente taşıyarak onu köyleştirmiş bireylerdir.



İnternet'te yayınlanan "halka sorduk" şeklinde yukarıdaki gibi eğlenceli videoları hatırlayın. İstanbul'da Taksim, Eminönü, Ankara'da Ulus, Kızılay gibi yerlerde abuk bir soru insanlara sorulup, verdikleri tepkiler kaydedilip, eğlenceli oldukları için izlenilir. Ortak yanları, bilmedikleri bir konuda ahkam kesmek olan bu insanların en belirgin özellikleri. Bilmedikleri bir konuda genellikle o anda akıllarına gelen her şeyi söylemeleridir. Oysa aydın kentli tavrı, "bilmediğini" sorana, "bilmiyorum" diye söyleyebilmektir.

Bilmiyor görünmemek için adres soran birine yanlış yol tarif eden insanların yaşadığı yer, kent olsa da o insanlar kentli olamamıştır. Diğer yandan, kentlilerin yaşadığı kentlerde her köşebaşında kent haritası ve gezilip görülecek yerler ile ilgili bilgiyi içeren broşürlerin satıldığını görebilirsiniz. Çünkü kentlilerin yaşadığı kentlerin, tarihi ve kültürü öne çıkar. Onu görüp, yerinde incelemek isteyen insanlar da ortaya çıkar tabi. Yani kendi kültürünü oluşturmuş şehirler sırf bundan gelir bile elde ederler. Bunu becerememiş kentler ise durmadan şekilden şekle girer. Tek katlı evler yıkılır, iki katlılar yapılır, onlar yıkılır yenileri gelir. Oysa kent kültürü korunsa, mesela 1600'lü yıllardan kalma binalar ayakta tutulsa, kentin görsel ve kültürel değeri artar.

Kentleşmiş toplumlarda ilerlemenin etkisiyle kaçınılmaz olarak, köyler de kentleşir bir süre sonra. Avrupa köylerini görmüş olanlarınız, oralarda köy yollarında hayran hayran yürürken "buraya köy diyenin, bizim şehre de şehir diyenin" diye içinden geçirmiştir. Oysa burada önemli olan sürecin hangi yöne işlediğinden ibarettir. Köyleşen kentler mi yoksa şehirleşen köyler mi? Sorusunun cevabı, bu sürecin yönü için belirleyicidir.

Bireyleri okullar eğitiyor gibi görünse de, eğitimin en önemli kısmı ailede gerçekleşir. Dolayısıyla kentli olma yolunda, ancak ailelerin dönüşümü ile kentli bireylerin yaşadığı bir kent mümkün olabilir. Okul eğitimi ancak bunun üzerine bina edilebilir.

Kentler ve kentli olmak, mükemmel bir dönüşüm anlamına gelmeyebilir. Zaten bitmiş bir süreç değildir kentlilik. Toplumun bir arada birbirine tolerans gösterip yaşadığı yerlerdir. Mükemmel midir? Bu tartışılır, ancak kent gibi kent, köyleşmiş bir kentten daha yaşanabilir bir yerdir.

6 Aralık 2014 Cumartesi

Esseniler


Paramparça Geçmiş
Din, geçmişten bu güne gelişim gösteren bir düşünce sistemi olarak konumlandırıldığında mevcut bilgimiz parçalara ayrılmış ve farklılaşmış bir görüntü algılamamıza sebep olabilir. Oysa eksik parçaları birleştirebilecek verilere sahip oldukça, aslında temelde birinin diğerinden çok da farklı olmadığını ileri sürmek mümkündür. İnsanlık tarihi iyi ve kötünün durmadan birbirine harmanlandığı bir döngünün etkisinde gibidir. Aydınlığın yayıldığı ve egemen olduğu dönemlerde bile karanlığın etkisi kendini göstermiştir. Adeta tam mutluluğun yakalandığı dönemlerde birileri çıkıp bunu bozmak için gereken çabayı göstermiştir.

İnsanlık Tarihi
İlkel insan topluluklarında güvenlik ve birlik sağlamak, birlikte hareket etmeyi kolaylaştırmak için aslında toplumun davranış kurallarını oluşturan kavramların itiraz edilmeden kabul ettirilebilmesi için bu kuralların kaynağının ilahi bir güce dayandırılması mantıklı bir çözümdür. Böylece yöneticiler, güçlerini aldıkları ilahi kaynak sayesinde iktidarlarını sürdürülebilir kılmışlardır. Bilgiyi birbirine aktararak uygarlık birikimini artıran ve paylaşan insan toplulukları din ve toplumsal hayatı birlikte sürdürmüşlerdir.

Tarihi milattan önce 11.000’lere kadar giden Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe kalıntılarında bulunan tapınak henüz cilalıtaş devrinde olan ve şehirlerini bile kurmamış insan topluluklarının bir tapınak inşa etmiş olduklarını düşünmemize neden olmuştur.

Henüz yazı olmayan bir dönemde yaşayan insanlar deneyimlerini ve birikimlerini birbirlerine sözel olarak aktarabilmektedirler. Eğer bir nedenle, bu aktarım kesintiye uğramışsa kaybedilen bilgiyi yeniden bulmak söz konusu değildir. Yani atalarımız belki de defalarca aynı buluşları yeniden yapmak zorunda kalmış olabilirler.

Bu durum bizim insanlık tarihine de bakışımızı etkilemiştir.



Toplam 15 bin yıllık bir perspektif üzerinden bakılırsa neden olmasın? Neyse ki yapılan araştırmalar bizi bu noktadan
İlk İnsanlar
|
Paleolitik İnsanlar (2 Milyon Yıl Öncesi)
|
Mesolitik İnsanlar (20-10 bin ile MÖ 5000)
|
Neolitik İnsanlar (MÖ 4500 ile MÖ 2000)
|
Biz
şeklinde bir sıralamaya getirmiştir.


Peki, ya gerçekte olan durum aşağıdaki gibiyse? 

İlk İnsanlar
|
Paleolitik İnsanlar (2 Milyon Yıl Öncesi)
|
Mesolitik İnsanlar (20-10 bin ile MÖ 5000)
|
Neolitik İnsanlar (MÖ 4500 ile MÖ 2000)
|
|
Büyük Unutuş
|                                              |
10,000 Diğer Kültür             Biz (1)

İnsanlar birbirlerine hikâyeler anlatarak kültürü aktaran bir topluluktur. Bizi benzersiz yapan budur(2). Ancak yazı olmadan aktarım kolayca kesintiye ve kayba uğrayabilir. Belki de 2 milyon yıllık tarihimiz boyunca çok önemli edinimlerimizi unutmuş olabiliriz.

Efsaneler
Belki de elimizde kalan söylenceler düşündüğümüzden çok daha eskilerden kalan fısıltılardır.
Gılgamış Destanı (Ya da Nuh Tufanı Söylencesinin öncülü)
Yaratılış (Tanrının dünyayı 6 günde var etmesi)
Vaad Edilmiş Topraklar

Kuşkusuz efsanelere başka pek çok örnek verebiliriz.

Yazı bulunuşundan bugüne uygarlığımızın inanılmaz bir hızla ilerlemesine neden olmuştur. Evrenin doğduğu anı yaptığımız gözlem araçları ile tespit edip dahası onun 13,8 milyar yıl öteden görüntüsünü tespit edebiliyorsak, bunun nedeni: yazı ile en az kayıpla deneyimlerimizi yeni nesillere aktarabilmiş olmamızdır.

Dini öğretilerin de birbirlerinden etkilendiği ileri sürülebilir.
Musevilik doğrudan Aton Dini olarak bilinen tek tanrılı eski bir Mısır inancından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla aslında bugünkü hâkim dinlerin, Akhenaton’un dininin takipçileri olduğu da ileri sürülmektedir(3).

Osiris Mabedinde inisiye olan Musa Saabi inançları ve Osiris dininden etkilenmiştir. Dinini yaymak için 70 kişiyi tekris etmiş ve bunlardan “kabul edilmişler” anlamında Kabbalacılar olarak söz edilmiştir. Musa’nın ezoterik dinini bu kişiler ve takipçilerinin yaydığı ileri sürülür. Kabbalacılardan zorunlu göçler sırasında Yahuda Çölünde kalanlara Esseniler (tekili İsiyim) denildiği diğer bir kısmının ise Simyacılar olarak Avrupa’ya geçtiği daha sonra Catharlar ve Templierlere katıldıkları ileri sürülür.

Ölü Deniz Parşömenleri
1947 yılında Kumran’da Ölü Deniz Kıyısında bir Bedevi Çoban tarafından bir mağarada bulunan Ölüdeniz yazmaları 1958 yılına kadar 10 yıl süresince 11 mağarada yapılan kazılar 800 kadar yazmanın gün ışığına çıkmasını sağlamıştır. Bulunan metinlerin dörtte biri kadarı Tevrat'ta geçen metinlerdir. Bu belgeler aynı zamanda bunları yazan topluluğun inançları ve yaşayışları hakkında da bilgi vermektedir.

Bu metinleri bir Yahudi topluluğunun yazdığı ve bu topluluğun Esseniler olduğu düşünülmektedir. En eskisi MÖ 250 en yenisi ise MÖ 68'e tarihlenmektedir. Son tarih aynı zamanda Kudüs'e giden Roma ordularının Kumran kentini yıktıkları tarihtir (4).
Tarih sahnesinden bir anda yok olan Esseniler, nasıl bir topluluktur?

Esseniler

Esseniler, MÖ 500 yıllarından itibaren Filistin'le Mısır arasındaki Yehuda Krallığı bölgesinde yaşadıkları söylenen Yahudi mezhebidir. Flavius Josèphe, kendi döneminde var olan üç Yahudi mezhebinden bahseder. Bunlar: Ferisiler, Sadukiler ve Esseniler'dir (5). Esseniler’in farklı düşündükleri, kuralcı Farisilerle sürekli mücadele içinde oldukları ileri sürülmüştür.
Köken olarak Esseni kelimesi Aramice Hase (aziz, saf) kelimesinden gelmiş olabilir. Philon da “Essaoi” kelimesinin Grekçe Ösioi (aziz, dindar) kelimesi ile ilişkili olduğunu söylemiştir. Bu kelime hakkında bir başka görüş ise hassaim (sessiz) kelimesinden türediğidir. Esseniler, kendi inançları hakkında dışarıya sessiz kalmışlardır (6).

İsrail Krallığı yıkıldıktan sonra 12 kabile dağılmıştır. Kabilelerin bir bölümü Pers tarafında bir bölümü de Mısır tarafında kalmıştır. Sürgün yıllarında Musevi dini Kuzeyde Zerdüşt ve Sümer, Güneyde ise Mısır ve Helen etkisiyle değişikliğe uğramıştır. Mısır Yahudileri İskenderiye okulunu kurmuşlardır. Düşünceleri Helen ve Mısır doktrinleriyle bir senteze gitmiştir. Aynı dönemde Osiris rahipleri de İskenderiye Okulunda Yahudilerle birlikte çalışmışlardır.

Böylelikle Musevilikte iki ana eksen ortaya çıkmıştır: Filistin Okulu ve İskenderiye Okulu. Zaman içinde giderek Essenilerin oluşturduğu ileri sürülen İskenderiye okulundan bir grubun ayrılarak Vaftizci Yahya (John) ve İsa'nın başı çektiği Hıristiyanlığa dönüştüğü söylenmektedir.

Yine bazı din tarihçilerine göre, Helen etkisi ve İskenderiye ve Filistin ekolleri John ve İsa her ikisi de fakir Esseni topluluğunun üyeleri olup, Musevi dinine mensuplardı. İsa'nın hocası olan Vaftizci Yahya, Kudüs Tapınağı rahibinin oğluydu. Yahya İskenderiye'ye yerleşti. Orada vaazlarına devam etti. Platon'dan çok etkilendiği bilinmektedir. 12 Havariler'den olan Paul, burada yetişen rahiplerden biridir. Paul'ün sonradan Anadolu'ya kaçtığı ve burada Efes'de bir kilise kurduğu söylenmektedir. Mısır Yahudileri yani Esseniler'in İskenderiye'de bir akademi kurdukları ileri sürülür. Burada Helen ve Yahudi kültürü zaman içinde bir senteze gitmiştir. “Kutsal Ruh” kuramı burada ortaya çıkmıştır. Daha sonra da yeniden diriliş öğesi işlenmiştir (7).

Philo Judaeus

Tarihçi Flavius Josèphe’e göre Esseniler sadece bir kentte değil, her kentte çok sayıda kişiden oluşan gruplar halinde görülmüşlerdir. Helenistik Yahudi filozof Philo Judaeus Filistin ve Suriye’de 4 binden fazla olduklarını ileri sürmüştür (8). Roma’lı yazar, doğacı ve doğa düşünürü Yaşlı Pliny, Essenilerin Ölü Denizin Batı yakasında sahilden uzakta Engeda isimli kasabada yaşadıklarını belirtmiştir (9).

Bazı modern akademisyenler ve arkeologlar Essenilerin Ölü Deniz Judean Çölünde yer alan Kumran düzlüğünde yerleşik olduklarını ve Ölü Deniz tomarlarını da Essenilerin yazdıklarını ileri sürmektedirler. Bu teori kesin olarak kanıtlanamamıştır (10).

Josephus (Yusuf) Süleyman Tapınağı döneminden şehir duvarlarındaki Esseniler Kapısını refere ederek, Essenilerin de şehrin bu bölümünde yaşamış olduklarını ileri sürmüştür.

Prof. Rachel Elior

Diğer yandan Essenilerin hiç var olmadıklarını ileri süren bir akademik görüş de bulunmaktadır. Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Yahudi Mistisizmi Öğretim Üyesi Prof. Rachel Elior, Essenilerin 1. Yüzyılda yaşamış olan Yahudi-Roman tarihçi Flavius tarafından uydurulmuş olduğunu ve bunun da yüzyılarca bir gerçek olarak nesilden nesile iletildiğini ileri sürmektedir. Kumran’da bulunan 900 yazıtın hiçbir yerinde Essenilerin kendilerinden söz etmemiş oldukları, geçen 60 yılda yapılan metinlerde yapılan araştırmalarda içeriklerde Essenilerin bulunamadığı. Bunun efsane içerisinde bir efsane olduğundan söz etmektedir (11).

Prof. Norman Golb

Essenilerin Kumran’da bulunan Ölü Deniz Parşömenlerini yazmadıkları, bu metinlerin, eski Yahudi toplulukları tarafından oluşturulduğu özet sonucunu anlattığı kitabıyla Şikago Üniversitesi Yahudi Tarihi ve Uygarlığı Profesörü Norman Golb’u da burada anmak gerektiğini düşünüyorum (12).

Esseniler ve Ezoterik Yapıları
Essenilerin tarihte var olup olmadıklarını konusunu bilim insanlarına bırakıp, elimizdeki veriler ile nasıl bir topluluk olduklarını anlamaya çalışalım.

Essenilerin kuruluşunun tek tanrı inancının bozulduğunu düşünen Musevilerin ayrı bir tarikat olarak örgütlenmeleri ile olduğu düşünülmektedir. Bu Yahudi dindar topluluk bozulduğunu düşündükleri inanışın yerine kavramlarda daha esnek, uygulamalarda ise katı bir anlayış geliştirdiler. Hint öğretilerinden etkilenen ancak temelde eski Mısır’ın temel moral değerleri olan Maat inancına yakın kısaca hakikate uygun yaşama esasını kabul ettikleri düşünülmektedir (13).

Esseniler Kudüs’ü terkederek Kumran’da manastır benzeri bir inziva düzenine çekildikleri ileri sürülür. Esseniler’in Süleyman Mabedi’nin mevcut halinden rahatsız olarak, Kumran’da bir “Ruhani Mabed” oluşturmaya çalıştıkları ileri sürülmüş. Kumran’daki kazılarda bulunan iki büyük sütün tabanı, Essenilerin iki sütun ve aralarındaki kapı ile gerçek Mabed’i sembolize ederek, törenlerini bu sembolik Mabed’de yaptıklarını düşündürmektedir (14).

Esseniler kendilerini Yahudi toplumu içerisinde seçkin bir grup olarak nitelendirirler. Topluluklarına dahil edecekleri kişilerde aradıkları bazı özellikler dikkat çekicidir.

Esseniler kendi aralarında “kardeş” kelimesini kullanır ve kendilerini “İnleyenler” ve “Ah edenler” olarak vasıflandırırlardı (15).

Topluluğa girmek isteyen aday 3 yıl süren bir sınav dönemi geçirirdi. Adaya öncelikle Esseniler gibi yaşamayı öğrenmesi için bir küçük balta, bir peştamal, bir beyaz elbise verilirdi. Bu deneme süresinde aday nefsine hakim olabildiğini gösterebilirse, daha sıkı kurallara uyması istenir ve su ile bir tür arınma ve temizlenme ritüeli yapmaya hak kazanırdı. İzleyen dönemde 2 yıl kadar karakteri ve davranışları gözlenir, ancak bundan sonra uygun görülür ise topluluğa alınırdı.

Giriş (inisiasyon) Töreninde aday;
- Dindar kalacağına,
- İnsanlara adaletli olacağına;
- Kimseye zarar vermeyeceğine;
- Zalimlere karşı savaşacağına;
- Devleti yönetenlere karşı sadık olacağına;
- Yönetim kendisine geçerse baskıcı olmayacağına;
- Emrindekilere karşı bir üstünlük göstergesi olabilecek bir işaret veya farklı giyim ve kuşamı olmayacağına;
- Daima gerçeği arayacağına ve yalancıların hatalarını ortaya çıkarmaya çabalayacağına;
- Kötülüklere karşı ruhunu temiz tutacağına;
- Ölümle tehdit edilse dahi topluluk üyelerinden hiçbir şeyi gizlemeyeceğine ve mezhebin sırlarından hiçbirini diğer insanlara açıklamayacağına;
dair yemin ederdi (16).

Kademeli bir ezoterik derecelendirme sistemine sahip olduğu da eldeki verilere dayandırılmaktadır. Kimi yerde 4 derece olarak belirtilse de daha fazla derece olduğu şeklinde yorumlar da bulunmaktadır.

  • Kurtulanlar,
  • Tövbekarlar, 
  • Fakirler,
  • Gerçekçiler, 
  • Azizler, 
  • Seçilenler.

Sofra da Esseniler için önemli bir kavramdı. Aynı topluluk üyeleri ile sofraya oturmak, tanrıya ulaşma yolunda arınma ve iman seviyesi göstergesi olması nedeniyle önemlidir.

Yemek, bir ibadet ritüleli içinde gerçekleştirilirdi. Sofra ahirette Mesih ile birlikte yapılacak şöleni temsil ediyordu. Güneşin doğuşundan önce dünyevi hiçbir söz edilmez, dua edilirdi. Güneş doğduktan sonra, herkes işinin başına geçerdi.

Öğlene doğru, su ile temizlendikten sonra elbiselerini değiştirir birlikte yemek üzere toplanırlardı. Öğle ve akşam iki defa yemek yenirdi. Yemeğin başında ve yemekten sonra üstad, dua ederdi. Yemek oldukça mütevazı olurdu. Yemekten sonra tekrar eski elbiselerini giyer ve işlerinin başına dönerlerdi.

Baş Üstadın yönetiminde bir Konsey topluluğu idare ederdi. Topluluk Hz. Musa öğretisine sıkı sıkıya bağlı olup bunu değiştiren, bozan ruhban sınıfa karşı dini en doğru hali ile algılamak ve onu korumak için çaba göstermektedir. Bu bağlamda dini gerçeği orijinaline sadık kalarak anlamak ve gerçekte verilen mesajı anlayıp iletmek için ezoterik yöntemi kullanmış oldukları ileri sürülebilir.

Cezalandırma yöntemleri de ilginçtir. Büyük günah işleyenler topluluktan uzaklaştırılırlar. Böylelerinin diğer insanlardan yiyecek alması yasaktır. Son derece zor şartlarda ot yiyerek zayıf düşen bu eski üyeler bu şekilde bir deri bir kemik kalır ve böyle ölürlerdi. Kimi zaman yeterince çektiği düşünülen üyeler tam son nefeslerini verecekleri zaman yeniden gruba kabul edilir ve cezalarını çekmiş olarak hayatlarına devam edebilirlerdi.

Essenilerin ana doktrinleri “sevgi” olarak nitelenebilir. Bu sevgi Tanrıyı Sevmek, Erdemi Sevmek ve İnsanları sevmek şeklinde bir tanıdık üçlü yapı (teslis) olarak karşımıza çıkar (17).

Yeni üyelerin kıdemliler karşısında durumları çok düşüktü. Yanlışlıkla bir yeni üye kıdemli bir üyeye dokunursa kıdemli üye kendisine kirli biri dokunmuşçasına arınıp temizlenmek için yıkanırdı. Günümüz için tanıdık bir Obsesif Kompülsif Bozukluk böyle davranışlara sebep olmuş olabilir mi? Belki.

Essenilerin Hayat Tarzları
Yine şüpheli 1. Yüzyıl tarihçimiz Josephus’un anlatımıyla Esseniler tarım ve el sanatları ile üretim yapıyor, bunu topluluk içerisinde paylaşıyorlardı. Bir tür komün ya da manastır hayatı olarak yorumlanabilecek bu yaşam şeklinde mallar ortak olarak kullanılıyor ve az ile yetinmek esas kabul ediliyordu. Tevrat hükümlerine göre yaşam esastı.

Evlilik yapmıyorlardı. Bu nedenle çocukları da olmadığından dışarıdan uygun adayları aralarına alıp yetiştiriyorlardı. Küçük de olsa bir kısım Essenilerin evlilik yaptıkları da ileri sürülmüştür. Bu kesim evliliği reddetmenin insan neslini yok edebilecek tehlikeli bir düşünce olduğunu ileri sürüyorlardı. Ancak evlenecekleri kadını belirlerken de 3 yıllık bir dönemde temizlik sınavından geçirip, ancak doğurgan olduğunu anladıkları zaman evleniyorlardı.

Stresten uzak ve dingin bir yaşam sürdüklerinden Essenilerin genellikle 100 yaşından fazla yaşadıkları ayrıca bir kısmının Romalılar tarafından vahşi şekilde öldürüldüğü da aktarılanlar arasındadır.

Dinsel İnançları
Yahudi inancı esası hep önde tutulmuştur. Ölümden sonra yeni bir bedende yeniden doğuş ve hüküm günü inancı belirgindir. Sadece doğruların dirileceği inancı hâkimdir.

Melekler ile ilgili zengin bir inanç yapısı söz konusudur. İyi ve kötü meleklere inanç söz konusu olduğu gibi koruyucu melekler olduğuna da inanılmaktadır.  Ruhun ölümsüzlüğüne ve ebedi olarak varlığını sürdüreceğine inanırlardı. Eski Çoktanrılı Yunan inancına benzeyen bir ahiret yaklaşımları da vardır. Erdemli ruhların ölüm sonrasında mutlu olacakları okyanus ötesi bir mekana gidecekleri metinlerde tasvir edilmiştir.

Dualist bir mesih anlayışları vardır. Bir Mesih Kral düzeni yeniden kuracak, bir mesih haham da bozulan din anlayışını düzeltecektir.

Gnostisizmin ilkeleri le benzerlikleri nedeniyle bu topluluğun Gnostik bir topluluk olduğu da sık sık dile getirilmiştir.

Gnostizim
Essenilerin dinin gerçek anlamını arayışları yüzünden gnostik bir topluluk olduğu ileri sürülmüştür. Peki gnostiklik nedir? Terim, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. (Gnosis üç bilgi türünden biridir. Diğerleri, öğrenimle öğrenilebilir bilgi “mathesis” ve ancak ıstırap çekerek öğrenilebilen bilgi “pathesis”tir.) Eski Yunan ezoterizmine göre nasıl ıstırap yoluyla ulaşılabilecek bilgiye öğrenim ve sezgi yoluyla ulaşılamazsa, sezgi yoluyla öğrenilebilecek bilgiye (gnosis) de ne ıstırap yoluyla ne öğrenim yoluyla ulaşılabilir. Bu yüzden kimileri gnostisizmi "'sezgi' yoluyla alınan 'bilgiyle kurtuluş öğretisi'" olarak tanımlar (18).

Nedir Gnostikliğin ilkeleri?
1- Hakikatlere ulaşabilmede dinler yetersizdir.
2- Hakiki bilgiler, yani hakikate ait ya da hakikate yakın bilgiler ancak ruhsal ve psişik gelişim yoluyla edinilebilir.
3- Ruh ölümsüzdür. Ruh dünya yaşamında bir tür hapishane yaşamı geçirmektedir.
4- Gerçek olan, fiziksel dünya yaşamı değil, ruhsal yaşamdır.
5- Dünya düalite ilkesinin geçerli olduğu bir gelişim ortamıdır.
6- Ruhsal gelişim yolunda en önemli bilgi kaynaklarından biri ruhsal alemden ruhsal irtibatlarla alınabilecek yüksek bilgiler içeren tebliğlerdir ki, bunlar ruhsal bakımdan seçkin insanlara verilir(19).

İsa Bağlantısı
İncil’de geçmemekle birlikte Ölüdeniz Parşomenleri bulunduktan sonra Hz. İsa ile Esseniler arasında bir bağlantı olduğu düşünülmüştür. Essenilerin su ile temizlenme ritüelleri ve Vaftizci Yahya’nın su ile vaftiz yapması gibi rastlantılar bu tür düşünceleri kuvvetlendirmiştir. Bu bağlantı ile ilgili kesin bir sonuca ulaşılamamasının nedenlerinden biri böyle bir topluluğun gerçekten yaşayıp yaşamadığına ve topluluğa atfedilen pek çok özelliğin aslında başka Yahudi topluluklarının özellikleri olması olasılığına da dikkat çekmek gereklidir.

İsa'nın Esseniliğe alınışı ve Vaftizi (Abdest)

İsa’nın Esseniler tarafından yetiştirildiği ileri sürülmektedir. Mesajı Ahlak ve Sevgidir. Yaratıcının bilgi ve sevgisini anlatır. İnsanları seven, şefkatli bir tanrıdan bahseder. Bu yüce varlığı mutlu etmek için Maat yasasına göre yaşamak yeterlidir. İsa’nın kendisinin beklenen mesih olduğunu ileri sürdüğü ve Yahudi Kralı olmak istediği bilinmektedir. Ancak öğretiyi hazır olmayan sıradan insanlara açması nedeniyle Essenileri hayal kırıklığına uğrattığı ve bu nedenle Essenilerin sessizleşmesine neden olduğu ileri sürülmektedir. İsa mesajlarını verip zamanın yönetim erki ve Yahudi din adamlarının kendisini ortadan kaldırdığı olaylar dizisinden sonra, aslında kendisini hiç görmemiş olan Aziz Paul (asıl adı Saul) isimli bir başka Yahudi İsa’nın mesajlarını bozarak yeni bir din kurmuştur. Bu dindeki Tanrı kızgın olabilmekte cehennem ve Şeytan gibi kavramlar ile Tanrı sevgisi yerine korkusunu aşılamaktadır. Ardından kurulan kilise ve İsa’nın ölümünden 300 yıl sonra toplanan İznik Konsül’ü İsanın mesajları yanında başka pek çok kavramı dinin içine almıştır. İsa’nın gerçek mesajlarının Kumran’da ve Nag Hammadi’de bulunan parşömenlerde olduğu ileri sürülmektedir (20).

Modern Esseniler
Günümüzde Esseniler Ölü Deniz Parşomenleri bulunduktan sonra modellenen Eski Essen Düzeni’ı Grace Mann Brown isimli hanım tarafından 19. Yüzyılın sonlarında kurulmuştur. Gülhaç hareketi daha sonra bu oluşumu kendi yönetimi altına almıştır.

Nasıralı Essenler Düzeni Amerika Birleşik Devletlerinde Abba Yesai Nasrai (Davied Asia Israel) tarafından 1981'de kurulmuştur, inançlar arasındaki bağlantıları anlamaya yönelik, Gnostik Hıristiyan, Budist, Maniheist inançlar ve uygulamalar üzerine faaliyet göstermektedir.

Quebec, Canada’da Essen Ruhu isimli bir oluşum Olivier Manitara tarafından kurulmuştur.
Amerika birleşik devletlerinde de Essen hareketleri ve Kiliseleri vardır (21).

Sonuç
İnançlar birbirlerinden etkilenmiştir. Ezoterik öğretiler de öyle.

İster yaşamış olsunlar, ister bir tarihçi tarafından uydurulmuş olsunlar, Esseniler kapalı bir gruptur. Kılı kırk yaran seçkinci ve katı disiplinli yapısıyla muhtemelen misyoner hıristiyanlık, budizim ve İslam gibi inanışlarla rekabet edememiş, var olmuş ise de bir süre sonra yok olmuş ya da asimile olmuşlardır.

Günümüz ile 2000 yıl öncesi arasında dramatik bir nüfus farkı vardır. 1 yılında Dünya insan nüfusunun 200 – 400 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. 7 milyara yaklaşan nüfusun yaşadığı dünyamızda ana akım inançlar yanında insan nüfusu ile orantılı olarak dini anlayış çeşitlenmeleri normaldir.

Zaten inançların da ezoterik yorumlarında hep "gerçeği aramak" vardır. Ancak neyi aradığını tam olarak bilmeden arayış bir tür hedefsizlik olarak görülse de aslında kişinin benliğini yüceltme çabası olarak yorumlanabilir.

Dipnotlar:
1) http://www.deep-ecology-hub.com/the-great-forgetting.html
2) http://www.deep-ecology-hub.com/story-of-civilization.html
3) Berk Yüksel, Aton Dini, Konferans
4)  Erhan Altunay, Ölü Deniz Yazmaları, Hermetics, http://www.hermetics.org/oludeniz.html
5) Flavius Josèphe, La Guerre des Juifs, Yunanca'dan çev.: Pierre Savinel, Paris 1997, kısım: 2/8:117-166, ss. 237-243.
6) Berk Yüksel, Esseniler ve Ölü Deniz Yazmaları. http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=101344
7) Esseniler, Vikipedia, http://tr.wikipedia.org/wiki/Esseniler
8) Philo (c. 20–54). Quod Omnis Probus Liber. XII.75.
9) Pliny the Elder. Natural History. s. 73.
10) Ellegård, Alvar; Jesus – One Hundred Years Before Christ: A Study in Creative Mythology, (London 1999)
11) Scholar: The Essenes, Dead Sea Scroll 'authors,' never existed http://www.haaretz.com/print-edition/news/scholar-the-essenes-dead-sea-scroll-authors-never-existed-1.272034
12) http://en.wikipedia.org/wiki/Who_Wrote_The_Dead_Sea_Scrolls%3F_(book)
13) Berk Yüksel, Akenaton’la Ezber Bozmak, Konferans. Ayrıca http://www.derki.com/ezoterik/akhenatonla-ezber-bozmak
14) İlhan Or, Kral Süleyman Mabedi.
15) Şişman, “Lut Gölü Yazmaları”, s. 52
16) Flavius Josèphe, a.g.e., kısım: 2/8: 137-142, s. 240.
17) Fragments of a Faith Forgotten by G.R.S. Mead, http://www.gnosis.org/library/grs-mead/fragments_faith_forgotten/fff14.htm
18) http://tr.wikipedia.org/wiki/Gnostisizm
19) http://tr.wikipedia.org/wiki/Gnostisizm
20) Berk Yüksel, Akenaton’la Ezber Bozmak, Konferans. Ayrıca http://www.derki.com/ezoterik/akhenatonla-ezber-bozmak
21) The First Essene Church, The Order of the Essenes - Los Angeles Chapter, The Essene Ministry Cathedral City CA


Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...