29 Mayıs 2012 Salı

Galaxy Nexus (Samsung GT-I9250) İnceleme


Galaxy Nexus Google'ın kendi için ürettirip sonunda dayanamayıp kendisi satmaya başladığı (Amerika'da 400 Dolara) bir akıllı telefon. Direkt olarak Android 4.0 (ICS) ile geliyor. Gelir gelmez de güncelleyip 4.04 sürümüne yükseltiyor kendini. Ülkemizde operatörlerden Avea satıyor bildiğim kadarıyla. Keşke Google burada da Amerika'da olduğu gibi kendisi satsa bu modeli. Böylece hem ucuz hem de gerçekten iyi donanımlı bir telefon alma imkanı olurdu geniş kitlelerin.


Kocaman bir ekranı var Galaxy Note kadar büyük olmasa da oldukça büyük olan ekranı 1280x720 piksel çözünürlük pek kolay kolay karşılaşılmayacak büyüklükte. Diagonal olarak 4.65 inch (11.86 cm) boyutunda.
Elde tutması kolay ve oldukça ince.


Doldurulabilir pili 1750 mAh. Ancak bir gün zor dayanıyor. Diğer tüm akıllı telefonlar gibi pil önemli bir sorun. Hele çokça kurcalarsanız daha da çabuk bitiyor pili.


En önemli eksiği kulaklıktan gelen sesin oldukça az olması. Bu konuda İnternet'te fazlaca tartışma var. Sorunun yazılımsal olduğu yakında çözüleceği söyleniyor. Google Nexus'un zayıf ses problemini geçici olarak çözmek için Volume+ uygulamasını kullanarak kulaklık sesini artırmak mümkün. Bakalım bu problem daha sonra yayınlanacak olan güncellemelerde çözülebilecek mi?

Ana hafızası 1 GB toplam 16 GB artırılamayan hafızası var. Ama bir önceki Android telefonumda 8 GB hafızanın 3/2'sini dolduramadığıma göre pek de önemli değil. 32 GB'lik modeli de varmış ama hiç derdim değil doğrusu.

Emektar HTC Wildfire'ımdan sonra bu telefon şimşek hızında çalışıyor. Zaten 1.2 Ghz hızında çift çekirdekli Cpu'su ile daha başka bir sonuç beklenemezdi. Ancak çift çekirdek için gereken daha fazla enerjinin pili çabuk tükettiğini de unutmamak gerek. Pil ömründe yüklenen uygulamaların da önemli etkisi var. Dolayısıyla sosyal medyadan akış indirip duruyorsa telefonun ne pili dayanır ne de İnternet kotası.

Viber ile voip konuşmaların kalitesi inanılmaz derecede yüksek. Düşük kulaklık sesi ise bu şekilde kullanımda söz konusu bile değil.

Oleophopic ekran kaplaması harika. Leke ve parmak izi tutmuyor. Çizilmelere karşı dayanıklı. Bence ekran koruma filmlerine hiç gerek yok bu telefon için.

FM radyosu yok. Telefon chipsetinde FM radyo var ancak sanırım Google bu özelliği kullanmak istemediğinden bağlantısı yapılmamış. Dolayısıyla FM radyoları dinleyemiyorsunuz. Olsa kaç kere dinlerdiniz o da ayrı ya, neyse...

Wi-Fi (kablosuz ağ) alışı zayıf. Zaman zaman GSM şebekesini de olması gereken kadar güçlü alamıyor. Yurtdışında kimi kullanıcılar alış problemlerinden çok şikayetçiler. Ben bazı Wi-Fi ağ dağıtıcılarında sıkıntılı bağlantılara şahit oldum. Airties modemlerde pek sorun olmuyor.

Fiyatı Amerika Birleşik Devletlerinde 400 USD olsa da bizim piyasaya 2300 liradan giren telefon mayıs 2012'de 2000 ile 1200 TL arasında (fiyatlar için akakce.com'a bakın) bulunabiliyordu. Ben laf olsun diye Dubai'ye giden arkadaşlarıma söylüyordum, "400USD'ye bulursanız alın" diye. Bir arkadaşım 375 USD'ına bulmuş almış, o sayede bu telefona sahip oldum :)

Son söz. Oldukça şık, üreticilerin abuk subuk uygulamaları ile tıka basa dolu olmayan bir telefon.

Buyrun GSMARENA sitesinden aldığım ama doğruluğundan sitenin de %100 emin olmadığı özellikleri sizin için tercüme ettim.


GENEL2G AğGSM 850 / 900 / 1800 / 1900
3G AğHSDPA 850 / 900 / 1700 / 1900 / 2100
Duyuruluşu2011, October
DurumPiyasada. Çıkışı 2011, Kasım
KAsaBoyutları135.5 x 67.9 x 8.9 mm
Ağırlık135 g
EkranTipiSuper AMOLED Kapasitif dokunmatik, 16M renk
Boyutu720 x 1280 piksel, 4.65 inches (~316 ppi piksel yoğunluğu)
DokunmatikÇok noktalı dokunmatik
KorumaOleophobic Kaplama
SesUyarı tipleriTitreşim; MP3, WAV çalma sesleri
Dış>hoparlörVar
3.5mm çıkışVar (her türlü kulaklıkla müzik dinlenebiliyor)
HafızaKart girişiYok
İç16 GB depo, 1 GB RAM
VERİGPRSVar
EDGEVar
HızHSDPA, 21 Mbps; HSUPA, 5.76 Mbps
WLANWi-Fi 802.11 a/b/g/n, dual-band, DLNA (Program yüklemek lazım), Wi-Fi hotspot
BluetoothVar, v3.0 with A2DP
NFCVar (Google Cüzdan için)
USBVar, microUSB v2.0 (MHL)
KAmeraBirincil5 MP, 2592x1944 piksel, autofocus, LED flaş
ÖzelliklerDokunmatik odaklama, konum ekleme, yüz tanıma
VideoVar, 1080p@30fps
İkincilVar, 1.3 MP, 720p@30fps
ÖzellİklerOSAndroid OS, v4.0 (Ice Cream Sandwich), güncellenebilir şimdilik v4.0.4'e kadar
ChipsetTI OMAP 4460
CPUDual-core 1.2 GHz Cortex-A9
GPUPowerVR SGX540
SensörlerAccelerometer, gyro, proximity, compass, barometer
MesajlaşmaSMS(sislsile görünümlü), MMS, Email, Push Mail, IM, RSS
TarayıcıHTML, Adobe Flash
RadyoYOK!
GPSVar, with A-GPS desteği de var
JavaVar, Java MIDP emulatörüyle
RenklerSiyah ve beyaz dış renkler
- ikinci mikrofon sayesinde aktif gürültü önleme ile ortam seslerini azaltıyor
- TV-çıkışı (MHL A/V link lazım)
- MP4/H.264/H.263 çalıcı
- MP3/WAV/eAAC+/AC3 çalıcı
- Organizer
- Resim/Görüntü düzenleyici
- Döküman görüntüleyici
- Google Arama, Maps, Gmail, YouTube, Takvim, Google Talk, Picasa
- Sesli not alma/çevirme/komutları anlama
- Sesle yazı yazdırabileme
BATTERYStandart pil, Li-Ion 1750 mAh
Bekleme290 s (2G) / 270 s (3G) En fazla
Konuşma17 s 40 d (2G) / Up to 8 s 20 d (3G) En fazla
MuhtelİfSAR EU0.30 W/kg (kafada)    



Ankara Hayvanat Bahçesi (Atatürk Orman Çiftliği)


Hafta sonu hadi çocukları hayvanat bahçesine götürelim dedik. Çıktık geldik. Park yeri çoktan dolmuş, üzerine kaldırımlar da arabalar tarafından işgal edilmişti. Zar zor bir yer bulup park ettik. 

Kapıya yaklaştık ki bilet gişeleri kapatılmış, kontuarlar açılmış. İçeri girince duruma vakıf olduk. Aklıma geçenlerde haberlerde dinlediğim Ankara Büyükşehir Belediyesinin bahçeyi aldığına ilişkin bilgi geldi. Durum anlaşıldı. İçerisi daha önce görmediğim kadar kalabalıktı. Bahçe genel olarak bakımlı ve temizdi. Her yer yemyeşil. Hayvanlar için aynı şeyi söylemek isterdim ancak pek öyle değil. Hayvanlar bakımsız, pislikten kürklerinin renleri görünmüyor. Genellikle de oldukça açtılar. Bu durum üzücü.


Bu köpekbalığı görünümlü binanın öyküsü biraz acı. Eğer zamanında bitirilebilseydi Türkiye'nin ilk içinde gezilebilen akvaryumu olacaktı. Ancak bildiğim kadarıyla belediye her fırsatta yapımını engelledi ve yapılamadı. Şimdi tadilata almışlar eski akvaryum binasını belki bu defa bitirirler. Ama zaten Aqua Vega'da daha büyüğü açıldı. 

Doğrusu hayvanat bahçesi ama yıllardır önüne ket vurula vurula içeride öyle fazla bir hayvan görmeyi beklemeyin.


Tek zürafaya bu kadar çok ziyaretçi olması şaşırtıcı.


Üç beş kuş çeşidi içerisinde filamingolar ilginç.

 Bu çocuk bahçesi Hayvanat Bahçesinin içinde. Ben de 35-40 yıl önce aynı oyuncaklarla oynardım. Sanırım yakında bunları söküp daha modernlerini koyarlar. Ancak, anı olsun diye çocukken tepesine korka korka çıktığım oyuncak eski bir dost gibi burada kalsın bari.


Çocuk bahçesindeki bu garip merdivenlerin bir zamanlar burada ziyaretçileri dolaştıran filin sırtına çıkış için kullanılan merdivenler olduğunu bilen fazla kişi yoktur sanırım. 

Son sakini yıllar önce ölmüş olan fil barınağı öksüz kalmış. Bakalım Büyükşehir Belediyesi yeni hayvanlar mı getirecek, yoksa kalanların bakımsızlıktan birer birer terk-i diyar edişlerini mi öğreneceğiz.

Bilet gişesi, olmuş size zabıta karakolu. Personel harici oturmak yasak. Pazar günü olduğundan personel yok böylece oturan personeli göremedik. Sağ tarafta oturan personel değildi o nedenle kendisini fazla görüntülemedim. Ne mutlu bize.

Yıllardır, yok sit alanı (ki kısmen doğru, çevre tümülüs dolu), yok kıl, tüy diye bahçeye hemen hemen hiç bir ek yapılamamıştı. Yunus balıkları için başlanan havuz da yıllardır öyle orada durup duruyor.

 Üç beş kuruş alsaydınız da bari içerisinde daha çok hayvan olan bir bahçeyi ziyaret edebilseydi insanlar.


Siz de, "ne varmış, bir bakalım" diye düşünüyorsanız Ankara Hayvanat (hayvanlar demek) Bahçesi ziyaret saatleri 08.30 - 19.30.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

El Yıkama Kimyasalı Ne?



Böyle şeyin yazısı mı olur? Ama insan şaşırıp kalıyor görünce.

Yer: Ankara, Bahçelievler BP benzinliği içindeki Burger King'in erkekler tuvaleti. Elimi yıkamaya meyledince üzerinde yazana büyülenmiş gibi kaldım. "H100 El Yıkama Kimyasalı". O ne be?

Standartlaşmaya, prosedürleri takip etmeye, bu derece tutku ile sarılmış işletmenin tuvaleti leş gibi sidik kokmasa rahatlayacağım. Ancak şuna bakın kimyasalla elimizi yıkatıyorlar! İnsan üç beş kuruş fazla verip sıvı sabun koyar tuvalete. :))

İşimi bitirip bir an önce çıktım pis kokan tuvaletten ama geriye aklımda ve telefonumda bu yazı kaldı.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Bilgisayar ve İnternet Nereden Nereye Geldi

Tamamen kendi bakış açımdan bir değerlendirmedir! (Ne de olsa burası benim blogum)

Bir kaç yıl içerisinde neler neler demode oldu?

Bilgisayar niyetine ilk gelenler Sinclair ZX Spectrum 48 ve Commodore 64'tü. Senelerce tahtlarını korudular.

Neler yapmadık ki onlarla? En son direkt halkbandı (27 Mhz, AM) üzerinden birbirimize program aktarıp çalıştırdığımızı hatırlıyorum (Tunç sen de hatırlıyor musun?). Ardından 80286'lı bilgisayarlar girdiler yaşantımıza. Kendi ekranları bile vardı, inanmazsınız! İşletim sistemleri üzerinde oyun bile oynanırdı. Gerçi monokrom, yani tek renkli (yeşil, turuncu artık şansınıza ne varsa) idiler ama televizyon bile renkli olalı fazla zaman geçmemişti o aralar. Tabi kimileri de deli gibi oyun oynadı bu cihazlarla. Ben pek oynayamadım, oyunlar fazla karmaşık geliyordu :)


Arada bir, iki başarılı deneme de görsek (Comodore Amiga gibi), PC'ler piyasayı kapıverdiler.

İlk PC'mi 1991 gibi edindim. Monokrom ekranlı 1 MB Ramli, 80 MB sabit diskli bir 80386-DX40 makineydi. Arkadaşlarımın firmasında toplamışlardı, geldiği gün güç kaynağı yandı. Sonra yıllarca DOS ile kullandım onu. Bir ara Windows 3.1 çıktı yükledim. Beğenmeyip burun kıvırdığımız Mac'in işletim sistemini ne kadar da güzel benzetmişlerdi. Norton Commander kullandık, dosya kopyalarken. Bir ara seri kablo lehimleyip bir tür ağ bile kurduk PC'ler arasında.

İşyerinde ilk modemi aldığımızda 1994'dü yanılmıyorsam. "BBS var" dediler bağlandık. İlk elektronik postamızı da onlar sayesinde alıp gönderdiğimizi hatırlıyorum. Böylece bizim son teknoloji bilgisayarlar haberleşme cihazına dönüşmeye başladılar.

Sonra İnternet'e bağlandı Türkiye dediler. Ucundan ucundan biz de bağlandık. Türkiye'nin yurt dışı çıkış hızı 64 kpbs idi. 128 kpbs'ye yükseldiğinde sevindik. Web tarayıcılar çıktığında da sevindik ama resimleri görmek çok yavaşlattığından uzun süre resimler kapalı kullandık tarayıcıları.

Servis sağlayıcı diye bir şeyler çıktı. İnternet erişimi satılmaya başlandı. O korkunç cızırtı sesleri ile bağlanmaya başladık.

Çevirmeli bağlantı nasıl bir ses çıkartıyordu diye merak ederseniz yukarıdaki videodan dinleyebilirsiniz.

Yıllarca çevire çevire kullandık bu İnternet'i. Önceleri 14.400 bps idi hızı, sonra 56 Kbps'ye kadar yükseldi. İyi de para ödedik bu bağlantılara emin olun.

Sonra Kablo İnternet ile tanıştık. Kafadan 64 Kpbs! Muhteşem bir hızdı. Üstelik devamlı bağlıydı. Böylece ilk sunucularımızı bile kurup test edebildik. Arada komşuların ağlarında ne var ne yok diye de bakmadık değil. Çünkü çok kolayca yapılabiliyordu. Sonra yarım yamalak özelleşti Kablo İnternet. Hızlar 3-4 kat artmıştı ki ne oldu bilinmez, görünmez bir el ne zamandır sürünmekte olan ADSL teknolojisini öne çıkardı. Hepimiz kapatıp kablo İnternet'leri geçiverdik. ADSL altyapısı halen tekel ve hızlarımız yerlerde sürünüyor.

2005-2007 gibi sosyal ağlar ile tanıştık. Türk kulanıcılar Facebook'u 2010'lu yıllarda delicesine kullanmaya başladı. Şimdilerde de Twitter pek revaçta.


İlk çıktığından beri Devletler İnternet'i kontrol etmeye çabaladılar. Bunun baskısını hiç olmadığı kadar 2010'lu yılarda hissetmeye başladık. Ayağa kalkıp yürüdük. Pek ciddiye almadılar ama hafif tırstıklarına da eminim.

Anladılar ki: İnternet ve Yeni Medya çok ciddi bir potansiyel'e sahip. Ya, işte böyle uyduruk Spectrum 48 ile başlayan macera kısa sayılabilecek bir sürede nerelere geldi?

Bakalım daha neler göreceğiz?

16 Nisan 2012 Pazartesi

İlgi Çeken Blog Yazısı Nasıl Yazılır?


Ne yazsanız çok okuyucu çekersiniz?

Sanırım artık blog yazmanın eskisi kadar popüler olmadığının farkındasınızdır. Sosyal Medya'da Twitter gibi mikro blog siteleri zamanımızın çok ilgi çeken siteleri. Blog ilk meşhur olduğu dönemlerdeki çılgın çekiciliğini artık korumuyor. Yine de blog siteleri Yeni Medya'nın vazgeçilmezleri içerisinde yer alıyor.

İçerik oluşturmak önemli. Ancak siz de farkında olabilirsiniz, Google artık Blog sitelerine ne olursa olsun özgün içerik var diye bakmıyor. Google için daha çok, ilgi çeken ve işe yarayan içerik barındırmak önemli. Yani gerçekten aranan konularda bilgilendirici içerik varsa organik trafik alabilirsiniz.

Yazılar nasıl yazılmalı?

  • Yazılar kısa olmalı. 
  • İlginç olmalı. 
  • Görsel içermeli.
  • Düzgün bir dille, doğru yazılmış olmalı.
  • Anlatımı yormayan, sohbet eder gibi olmalı.
  • Günceli yakalamalı, uzun dönemde de işe yarayan unsurlar içermeli.
  • Başlığı konu ile ilgili ve kısa olmalı (Arayanların aradığı sözcükler içermeli-"duvar kağıdı nasıl yapılır?" gibi).


Blogunuzda neler yazarsanız ilgi çeker?

  • Güncel haberler (O an için ilgi çeker ama ya uzun dönemde (?) ).
  • İncelemeler (Ürün, hizmet, mekan - bu da güncelliği bitince pek trafik çekmeyebilir (!) ).
  • Başınızdan geçenler (Ustaca yazılırsa okuyan bulunur ama iyi olmalı) (Gezi, yaşadıklarınız, günlükleriniz).
  • Nasıl Yapılır? (Bir şeyin nasıl yapılacağına ilişkin yazılar uzun dönemde ziyaretçi çeker) (Yemek, kendin yap, sorun nasıl çözülür türü yazılar).
  • Hobileriniz (Elektronik, bahçe, marangozluk vs.).
  • Bir istisna: Ünlü biri iseniz ne yazsanız okunur. O nedenle yukarıda yazanları fazla takmayabilirsiniz ;))
Mikro Blog ve Sosyal Medyadan Yardım Alın
Çok okunmak için başlatıcı etkiyi sosyal medya sitelerindeki takipcileriniz yapabilirler. Yazdıklarınızı okumak ve arkadaşları ile paylaşmak yolu ile sosyal medya dostlarınız yardımcınız olabilirler. Dozajında kullanmanız halinde işe yarayacaktır.

Blogunuzdan para kazanabilir misiniz?
Tabi ama önce iyi bir trafiğiniz olmalı (Adsense gibi programlardan yararlanabilirsiniz).
Bloggerlara destek veren sitelerden faydalanabilirsiniz (bumerang.hurriyet.com.tr). 

10 Nisan 2012 Salı

Android Telefonda Pil Tasarrufu İpuçları


Android telefonlar pek çok işe yarayabilirler. Ancak unutmamalı ki, çok iş, çok çalışan bir işlemci ve fazla dan tüketilen pil anlamına da gelir.

Google ürünü olan programlar bu durum bilinerek tasarlandığı için mümkün olan en az kaynağı kullanırlar. Gmail uygulaması buna bir örnektir.

Başka hesaplarınız olsa da hepsini Gmail üzerinden kullanmak veri aktarım miktarınızı azaltır. Yani her hesabunuz için pop istemciyi kullanarak hesaplarınızı sisteme eklemeyin. Öyle yaparsanız olur olmadık tüm maillerin içerikleri indirilir. Oysa Gmail ile istemediğiniz içerikleri indirmeden silebilirsiniz. Gmail'de tek sunucu kontrol edildiğinden daha az pil harcanır. Yeni hesap eklemek için bilgisayarınızda https://mail.google.com/mail/u/0/#settings/accounts adresini kullanabilirsiniz.

Facebook, Twitter, Forsquare vb. uygulamaları kullanıyorsanız, bilin ki gün içinde hesabınıza gelen tüm güncellemeler bu uygulamalar tarafından siz baksanız da bakmasanız da indirilecektir. Facebook'da 450'den çok arkadaşım var. Twitter'da da 800 civarında kişiyi takip ediyorum. Güncellemeleri açık bıraktığımda 2-3 günde yaklaşık 200 MB veri kullanmış oluyorum. Üstelik telefonun pili de inanılmaz bir hızla tükeniyor.

Bu arada söz konusu uygulamaların sistem kaynaklarını inanılmaz bir kıskançlıkla sömürdüklerini ve yavaş çalıştıklarını belirteyim. Telefon işlemcisi yavaşsa feci oluyor. Bir güncelleme görmek isterken telefonun başında uyuya kalabilirsiniz.

Diğer yandan akan verileri güncelleyeyim derken, telefonunuz yaptığınız diğer işlemleri gerçekleştiremeyebilir. Mesela telefon çalarken tüm çabanıza rağmen açamayabilirsiniz (şaka yapmıyorum).

En iyisi, tüm bu sitelere bağlanabilen ve siz istemeden güncelleme yapmayan bir uygulama kullanmak olabilir. Böylece sistem kaynaklarınız siz onları görmeseniz de tüketip duran uygulamaları da kaldırabilirsiniz.

Ben Tweetdeck kullanıyorum. Oldukça hızlı çalışıyor. Güncelleme ayarlarını da manuel (yani istediğim zaman güncelleme) şekilde değiştirdim. Böylece okumadığım zaman güncellemeleri indirip boşa İnternet kotamı yemiyor.

Artık, İnternet kotam parmaklarımın arasından dökülen kum taneleri gibi uçup gitmiyor. Telefonun pili ise bitmek bilmiyor. Daha ne isteyeyim?

Siz de deneyin.

5 Nisan 2012 Perşembe

Bir Nisan Bir İnsan, İki Nisan İki İnsan


Nasıl olmuş, hafızamda nasıl bu kadar yer etmiş başlıkta saçmalattığım "bir lisan bir insan, iki lisan iki lisan" sözü bilmiyorum ama neredeyse yarım asıra dayanmış yaşıma rağmen kafamda o kadar yer etmiş ki aklımdan bir türlü gitmiyor.

Aslında sözün kendisi de öyle uzun uzadıya düşünülüp söylenmiş değil bana kalırsa. Lisan öğrenince,  benliğinizde bir başka insan oluşuyormuş gibi abuk bir ifadesi de var. Aşırı yetenekli olup, İngilizceye ek birden fazla lisan öğrendin mi, mesela Fransızca ve İtalyanca. Otur kendi kendine King oyna, en az 2 saat güzel vakit geçirirsin gibi.

Lisan öğrenmek önemli. Ancak lisan ailesi farklı olduğundan mıdır, bilmiyorum batı dillerini öğrenmek zor geliyor. Belki Ural-Altay dil ailesinden bir başka dil öğretilse daha başarılı olacak çocuklarımız.

Sonuçta, bu aralar referans dil olduğundan İngilizce bilinmesi gereken bir dil. Benim öğrenme sürecim 70'li yıllarda ilkokulda başladı. Kurs vardı giderdim. Pek bir şey öğrendiğim söylenemez. Orta, lise deseniz, Devlet okulunda ama nispeten diğer okullara göre daha yoğun yabancı dil dersleri vardı. Zar zor geçtim. Öğrendim mi? Yok canım, o kadar yıl adam gibi dil öğretilse insan öğrenir. Bir ben değil kimse doğru dürüst öğrenmedi ki!

Türkiye'de lise mezunları şakır şakır konuşur (!) o öğretilen tüm yabancı dilleri. Geçenlerde Milli Eğitim Bakanının da açıkladığı gibi 10 yıl yabancı dil eğitimi veriliyor, kimse dil öğrenemiyor. Diğer derslerin ne kadar öğretilebildiğini düşünün. Ülkece, eğitim kalitemizi yerlerde süründürüp insan kaynağımızı savuruyoruz. Bir tür toplu intihar bu! Kötü eğitim kaçınılmaz olarak sonu hazırlıyor. Aileler bir çaba ile çocuklara ek dersler, dershane desteği ile iyi bir lise ve ardından üniversite eğitimi aldırmasa, durum daha da feci olacak. Bunu yapma imkanı olmayan ailelerin çocukları ise zeki olmadıkları için değil ama imkan sahibi olmadıklarından iyi eğitilmiyorlar. Zarar gören kim? Tüm Türkiye! Size de bu durum çok saçma gelmiyor mu?

Dönelim benim İngilizce macerama. Bir ara kablo TV yeni geldiği dönemde yabancı kanalları izleme şansım oldu. Sky diye bir İngiliz kanalı Uzay Yolu (Sky Trek) Next Generation oynatıyordu. Onu izleye izleye İngilizcem gelişir gibi oldu. En azından Çorum İngilizcesi değil de gerçek İngilizce konuşan birilerini anlamaya başlamak daha önce deneyimleyemediğim bir fırsattı.

Daha sonra, özel yabancı dil kurslarına gittim. Hocalar da yabancıydı. Programlarının iyiliğinden midir bilmem öğrenir gibi oldum İngilizceyi. Artık çat pat konuşabiliyordum. Ardından altyazılı filmleri büyük bir çaba gösterip yazıları olabildiğince okumadan seyrettim. Filmlerin büyük bölümünde konuyu kaçırıyordum :)) ama zamanla daha iyi anlamaya ve konuşmaya başladım denilebilir. Sanırım zamanla şarkıları da anlar hale geldim ki bence bir dilin öğrenilmesindeki şahika nokta budur. Düşünsenize bir, Türkçe olup ne söylendiğini anlamadığınız şarkılar yok mudur hiç? Diğer gösterge de yabancı dilde rüya görmenizdir bana sorarsanız. Rüyanızda yabancı dille konuşup anlaşıyorsanız olay bitmiştir.

O kadar yıl eğitime karşın hala ancak meram anlatabilecek kadar biliyorum İngilizceyi, okuduğumu fazla gotik ve ağdalı yazılmamışsa anlıyorum ama belki 2-4 yaşlarımda başlasaydım öğrenmeye daha iyi olurdu yabancı dilim.

İşte böyle, hala zaman zaman aklıma gelip, özellikle de Nisan ayı geldiğinde de kendimce saçmalattığım o özlü sözün bana hatırlattıkları bunlar. Garip mi? Evet garip. Ama insan da garip bir tür zaten.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Inkjet Kartuş Nasıl Doldurulur?


Hiç birimiz 50-100 sayfa yazdırdıktan sonra 40-50 lira verip yeni kartuş alacak kadar zengin değiliz.

En iyisi kartuşlarınızı doldurup canı çıkana kadar yeniden kullanmaktır.

Üreticiler de bunun akıllıca olduğunun farkına varmış oldukları için önlemek adına türlü türlü önlemler alırlar.

Öncelikle gözünüzü korkutmak için; "bakın doldurursanız, yazıcınız bozulur, sonra karışmayız" derler. Oysa zaten, 2-3 takım kartuş aldığınızda yazıcınıza verdiğiniz kadar parayı üreticiye boca etmiş olursunuz.

İşe, doldurulabilir kartuşu olan bir yazıcı almakla başlayabilirsiniz. Yazıcının doldurulup doldurulmadığı konusunda en güvenilmez bilgiyi teknolojik ürün satan büyük yerlerdeki tezgahtarlardan alabilirsiniz. Dolayısıyla en iyisi bunu yaparken İnternet'ten araştırmaktır.

Evde kullanıyorsanız gerekmez ama çok yoğun çıktı alacaksanız bitmeyen-doldurulabilir kartuşları tercih edin.
Bu sistemler direkt yazıcıya takılıp kolayca doluyor.

Eğer evde ya da küçük ofiste çalışıyorsanız kendiniz doldurun mürekkep kartuşlarınızı. Dışarıya fazladan ödeme yapmayın.


Ben http://ekokartus.com/ sitesinde görebileceğiniz set ile bu işe başladım. Kolayca dolum yapabileceğiniz bir seti başka yerlerden de edinebilirsiniz. Ben Migros'tan 19 lira gibi makul bir fiyata almıştım.

Daha sonra miktar olarak daha fazlasını aldığım http://www.kartusmatik.com.tr/ sitesinden alışveriş ettiğimi de belirteyim.

Peki mürekkepler nasıl dolduruluyor?
1- Genellikle şırınga ile mürekkebin üzerindeki etiketi delip doğru delikten iğneyi sokup yavaş yavaş 2-5 cl mürekkebi hafif dışarı taşana kadar doldurmanız yeterli.
2- Tüm renkleri doldurduktan sonra bir kısım mürekkebi kağıt havluya mürekkep çıkış deliklerini öpüştürerek  boşaltın. Böylece fazla mürekkebi atmış ve bazı renklerin deliklerden çıkamaması sorununu çözmüş olursunuz.
3- İlk denemelerde çokça mürekkep oraya buraya damlar. Ne kadar dikkatli olursanız o kadar temiz iş çıkartırsınız.
4- Ekoset'in içinden çıkan CD'de her modelin dolumu ile ilgili görüntüler çok işinize yarayacaktır.

Eğer uygun model yazıcınız varsa doldurulabilir boş kartuşları da satılıyor olabilir. Bazı model kartuşlar üzerilerinde bulunan devreler ile yazma sayısı belli sınıra geldiğinde devre dışı olur. Bunların yerine her çıkarılıp takıldığında sıfırlanan devrelere sahip, doldurulabilir kartuşlar kullanabilirsiniz.


Son söz: Eliniz yüzünüz battıysa en kolay temizlik tek bulaşık süngerinin ovalama tarafına bir iki damla deterjan ile elleriniz kolayca temizler, görenlere rezil olmazsınız.

19 Mart 2012 Pazartesi

Dil Bilgisinin Önemi


Her şey İnternet'e dökülmeden önceydi, kağıda basılan yayınlar hala şah, padişah. Dergiler ve online yayınlar editörleri sayesinde imla hatalarını düzeltiyordu. Ne zaman ki sıradan insanlar, sosyal medya ve bloglarında yazılar yayınlamaya başladılar, takke düştü ve kel göründü. Anlaşıldığı kadarıyla büyük çoğunluk "Dil Bilgisi" konusunda o kadar da özenli değil. Dahası, donanımlı değil...

Ayrı yazılması gererken "de-da, ki, mi-mı-mu-mü" gibi ekleri hatalı kullanan kimileri sanal çevrelerinden tepki alıp, silkinip kendilerine geldiler.

Bu şekilde bir durum da ortaya çıktı. İlköğretim ve Lise eğitiminde verilen "Dil Bilgisi" dersleri çok da başarılı değil. Öğretim yapılmış ama eğitim verilememiş. Belki de, Dil Bilgisi derslerinde sadece kitap okunmalı.

Eğer okursanız, bir şekilde dil bilgisi kurallarını da öğrenirsiniz. En iyisi, mevcut derslerin ne derece akılda kaldığı ve hayata uygulanabildiği ölçülüp, gereken düzeltme yapılmalı.

Yazının başındaki görsele bir göz atın. O kadar çok rastlıyoruz ki, bu soru belirten "mi" ekinin bitişik yazılmasına. Oysa ayrı yazılması lazım. Camında böyle ilanlar olan dükkanlara girip sorasım geliyor yahu neden yanlış yazıyorsunuz diye. Bir iki kere de yaptım aslında ama sorun yapısal. Anlamlı sonuç beklemek mümkün değil.

Bunu geçtim, ne doktorlar, mühendisler noktalama işaretlerini nereye koyacaklarını bilmiyorlar. Öyle karmaşık, noktalı virgül (;), tırnak(') falan değil! Noktanın cümlenin sonunda, kelimenin son harfinin bitişiğine konması gerektiğini, bilmiyoruz.

Zaten, birbirimizle bir türlü uygar insanlar gibi anlaşamıyoruz. Yazdıklarımızda da ne ifade ettiğimiz, genelde böyle imla kurallarından dolayı anlaşılmaz oluyor.

Bir Örnek:
Sendemi Brütüs? (Bir cümlede iki hata)

Sen de mi? Brütüs! (Olması gereken)

Gerçi "insan ölmek üzereyken, "de", "mi" ayırır mı hiç" diyeceksiniz ama zaten bunu yazan da Shakespeare  ben değilim. Kendisine sorun isterseniz.

Ben kimseyi ulu orta, hatası ile ilgili uyarmayı doğru bulmuyorum (çok tepem atmazsa!). Aksine olabildiğince doğru ve akıcı yazmaya özen gösteriyorum. Kendi yazdıklarımı da bir kaç kere okuyup düzeltmeden yayınlamıyorum.

Ama ne yalan söyleyeyim, bir çok yazım hatamı da zaman zaman atlıyorum. Yine de güzel ve dil bilgisi kurallarına uygun yazmalı.

Bu da günlüğüme notum olsun.

5 Mart 2012 Pazartesi

Cennetten Yer Almak


Cennetten yer almak maddi bir bedel ödeyerek mümkün değildir (organik arama sonuçları ile sayfaya gelenler için kolaylık olsun diye yazdım).

Dolandırıcılar, namuslu milyonlarca para kazanma yolu varken, hem ne kadar zeki olduklarını göstermek, hem de riske girip adrenalin keyfi yaşamak için başkalarını kandırarak bundan genellikle kanun ile yasaklanmış bir gelir elde eden kişilerdir.

İnsanlar en saçma şeylere inanabilirler. Bunlar arasında güncel terimleri kullanan ve bu yolla gelir elde eden kaptı kaçtı düşünce ürünleri de vardır. Mesela bu aralar pek popüler olan "kuantum" ile başlayan ama "Kuantum Mekaniği" ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım yanıltıcı bilgilendirmeleri düşünelim.

Bilim gibi gösterilmeye çalışılarak birtakım düşüncelerin bilimsel olarak kanıtlanmış gerçekler gibi gösterilmesi ile cennetten yer satmanın teknik olarak fazla bir farkı yoktur.

Bu tür düşünce kıvılcımı ürünler söz konusu olduğunda, en kolay teşhis: Elle tutulur bir sonucu olup olmadığına bakmaktır. Özetle, "kelin merhemi olsa kendi başına sürer" sözünü hatırlayın. Sadece isteyerek her şey elde edilebilse bu tür düşünceleri anlatanlar bunları size anlatmaya çalışır mı? Evet falcılardan bir farkları yok!

Son söz: Sorgulamaz ve düşünce süzgecinizden geçirmeden her söylenene aldanırsanız, aldatan çok olur!

Bu yazıyı niye yazdım?

29 Şubat 2012 Çarşamba

29 Şubat


29 Şubat 4 senede bir takvime giren münasebetsiz bir gündür. Ama insan günlüğünü bu gün yazmayacak da ne gün yazacak başka?

Öncelikle Sevgili Günlük, bu gün dün başlayan kar yağışı nedeniyle kolu, bacağı kırık bir Ankara'ya uyandık. Yıllardır bu kadar yağmayan kar yüzünden işe gitmek, gelmek ayrı bir eziyet oldu. Olsun yine de beyaz bir sayfa açmak için güzel ve beyaz bir gündü.

Beyaz bir sayfa açtık mı peki? Yok neredeee? Sadece bata çıka karda dolaştık.

Günün yarısı gelince, paydos edip evlere dağıldık ama teknoloji sayesinden yarım klavye çalışmaya devam tabi.

Pinterest'e biraz baktım. Bu aralar yükselen Yeni Medya değeri. Bizim memleketten fazla bir ilgi yok henüz. Bildik sosyal medya müdavimlerini ekledim Friendfeed'den tanıdığım. Sanırım yakında Türkiye'de de patlama yapar.

Feedfloyd yerinde sayıyor. Sanki biri uluslararası, diğeri yurtiçi aynı site gibiler. Fikir, forum siteleri ile aynı aslında ama uygulama görselliği ön plana çıkardığından ve üyelik ile içerik paylaşma kolay olduğundan çılgın bir şekilde yayılma ihtimali olan bir sosyal medya uygulaması gibi geliyor bana. Bu arada Blogger temalarından ikisi neredeyse bu bahsettiğim siteler ile birebir aynı. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? Sosyal medya denince mangalda kül bırakmayan :)) Google böyle bir fırsatı nasıl da atlamış hayret!

Yeni medya tam gaz yoluna devam, 29 Şubat gününden tüm okuyanlara selam :)

26 Şubat 2012 Pazar

Çeşitli Mikroblog Mesajlarım (3)


"Bi alet yaptım, bilgisayarı 5 dakika çalıştıracak elektrik depoluyor" yerine, "Kesintisiz Güç Kaynağı Ürettim" demek pazarlama becerisidir!
***
Harcadığı enerjinin %80'ini ısıya çeviren ampulü yıllarca ışık kaynağı olarak kabul ettirmek pazarlama başarısıdır!

Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...