18 Aralık 2015 Cuma

Sirius Tohumları

gaz ve toz...

16 Mayıs 1991 Bolu Abant, Turban Otelinin giriş kapısının az ilerisinde ayaklarını sürüyerek yürüyen 25 yaşlarındaki delikanlı patika yolda durdu. "Mayıs sabahında güneşli Ankara'dan kalkıp neden buralara geldim? Ne işim var bu iç karartıcı yerde" diye düşündü. Ayna gibi göl manzarası harika görünüyordu. Dağların eteklerine kadar inmiş olan bulutlar yer yer yükseklerdeki çam ağaçlarını yalayarak nazlı nazlı hareket ediyordu. Bulutların ardında bir yerlerde güneş vardı elbette ama sabahın sekizi olmasına rağmen alaca karanlık sürüyordu. "Ne işim var benim burada" diye kendi kendine bir kez daha sordu.

"Bulutlar" denildiğinde hep aklına gelen şeyi hatırladı. Gaz ve toz bulutları bir araya gelip, güneş sistemlerini oluşturuyordu. İlkokul çocuğu kafası ile bir türlü gökyüzündeki bulutların ve babaannesinin hiç durmadan süpürüp, temizlediği evindeki tozların nasıl olup da güneş sistemini oluşturduğunu bir türlü kavrayamıyordu.

Bulutlar; ışığı, güneşi kapatan bulutlar, hiç güneş sistemi olurlar mıydı?

İnsanlığın geçmişten geleceğe ilettiği pek çok bilgi gibi bu ilkokul bilgileri de eksik ve eskiydi. Dahası 60'lı yılların sonunda kitabı hazırlayanlar, büyük patlama gibi bir teoriden habersizdi. Ya da evrenin olası 13,8 milyar yıllık varlığından. Buna karşın, evrenin çapının 93 milyar ışık yılı olması nedeniyle büyük patlamanın hiç olmadığı üzerine oluşturulan teoriden de habersizdi yazarlar.

Çocuk kafasında, o zamanlar evdeki süpürülen tozların ve bulutların bir araya gelip de gezegenleri oluşturduğunu ezbere canlandırıyordu işte hepsi o. Ama artık yetişkindi.



Aynı gün gecenin ileri saatinde, aynı patikada buldu kendini genç adam. Canı da sıkkındı zaten, ayağının ucuna gelen taşa şiddetle vurdu. Çarpışmanın etkisiyle, hızla havalanan taş, bir süre uçtuktan sonra otelin duvarında patladı. Çarptığı yerde biraz önce kayanın içinde uzunca bir süre hapis kalmış parçalardan cüce bir dağ oluşmuştu.

Yere düşmüş parçalardan birkaçını eline aldı. Sağlam bir taş gibi duran parçalar ufalanıverdi. Küçük kaya parçası nasıl da paramparça oluvermişti? "Aptal kil parçası seni" dedi.

Sabah dağlardan sis gibi inmiş bulutlar kaybolmuştu. Kafasını kaldırdı. gökyüzünde diğerlerine göre belirgin olarak parlayan bir noktaya takıldı gözü "Sirius" diye düşündü. O zamanlar baktığı o noktada aslında birbirinin etrafında dönen iki yıldız olduğundan da haberi yoktu. Gördüğü, konuştuğu, sevdiği, sevmediği her şeyin aslında yıldız tozu olduğundan da bihaberdi. Aslında yıldız tozlarının da maddeye dönüşmüş enerji olduğunu bir anda anlasa oturduğu koltuktan yer düşerdi. Neyse ki henüz bunları bilmek için çok erkendi.


15 Aralık 2015, Salı, Gecelerden Sirius...

Ruhi, sohbet sırasında Ona, Afrika'da Mali Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan bir ilkel topluluktan, Dogon'lar kabilesinden bahsetti. Bu kabiledekilerin  nesilden, nesile aktararak muhafaza ettikleri bilgileri 1930'da etnolog Marcel Griaule modern dünyaya aktarmıştı. Kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğundan, güneşin etrafında döndüğünden yörüngesindeki uydusu ayın da dünya etrafında döndüğünü bildikleri gibi, Sirius-A ve Sirius-B'nin varlığından haberdardırlar. Bu bilgi ancak güçlü bir teleskobun varlığı halinde edilinebilmektedir (tabi kabilenin ortaklaşa kurup işlettiği bir gözlemevi falan da yoktur ortada). Kabile, üçüncü bir yıldızın varlığından daha bahsetse de bu bilgi henüz kanıtlanamamıştır. Daha ilginci Sirius-B'nin yoğun kütlesinden da haberdardır kabiledekiler. Asıl şapkayı uçurtacak konu ise hayatın tohumlarının Sirius'dan geldiğini söylemeleridir. Ruhi, atalarımızın Sirius'dan gelmiş olabileceklerini düşündüğünü söyler.

3,8 Milyar yıl önce dünyada bir gün...

Hayat başlangıcı hakkında pek çok söylence var. Belki de atalarımız dünyamıza uzaydan geldiler. Ancak gemileriyle değil. Zaten buna gerek de yoktu. Atalarımız zeki canlılar da olmayabilirler. Sirius yıldızlarının çevresinde dönen bir gezegende korkunç bir sonla yüzleşmiş olabilirler. Üzerinde canlıların ve pek tabi bakteri ve virüslerin de yaşadığı bir gezegen, kendisine çarpan dev bir meteor ile üzerindeki tüm canlılığı kaybeder. Ancak ufalanan parçalar üzerinde, uzayın çetin şartlarında hayatta kalmayı başarabilen bakteriler, uzunca bir yol katettikten sonra yollarına çıkacak ilk uygun gezegeni "enfekte" etmek üzere sabırla yolculuklarının bitmesini beklemektedirler.

Hikayenin başında Abant Turban Otelinin duvarında patlayan bir kil parçası vardı hatırlıyor musunuz?


İşte bundan tam 3,8 milyar yıl önce Sirius yıldızlarının parçalanan bir uydusundan gelen yüzlerce ufak tefek kaya üzerindeki kaçak yolcularıyla birlikte güneş sistemimize girdiler. Bunlardan birkaçı da dünyamıza isabet etti. Uzun yol boyunca hayatta kalabilen bazı bakteriler dünyaya uyum sağlayıp uygun ortamda çoğaldılar. Hikayeyi anlatan ben değil miyim? Derim ki: Önce Mars'a düştüler, milyonlarca yıl sonra Marsa çarpıp kayaları uzaya fırlatan bir başka meteorla dünyaya geldiler.

Bu nasıl bilim kurgu öykü? Uzay gemilerine atlayıp gelen uzaylı canlılar nerede?

Aslında ben de, tam olarak da onlardan bahsediyordum. Atalarımız 8,47 ışıkyılı uzaklıktaki Sirius yıldızlarından bir kaç yüz milyon yıl süren bir yolculukla dünyamıza gelmiş olabilirler. Olasılık o kadar düşük ki bu yazıyı öykü yapan da bu düşük olasılık işte. Bakış açımızı geleneksel bilim kurgu öykülerinden daha geniş tutalım sayın okur! Basit olan, kimi zaman çok daha akla yakın olabilir. O kadar mesafeyi aşacak karmaşık bir canlı yerine yaşam standartları çok daha düşükken hayatta kalabilen bir diğerinin (bir bakteri mesela) gelmesi çok daha fazla mümkün.

Dogon'lar...

Hani şu çokbilmiş kabile vardı ya işte onlar. İnsanlık tarihi pekala birkaç büyük unutuş yaşamış olabilir. Büyük yıkımlar nedeniyle, bilginin saklanabilmesi mümkün olmadığından, çoğunluğu unutulmuş olsa da bilgi kırıntıları kalmaz mı?

Disiplinli topluluklardan kalan bireyler, ya da inisiye topluluklar; kulaktan kulağa aktararak Dogon'lar gibi bize: "Nasıl bilebilirler bu ilkelcikler" dedirten bilgi kırıntılarını aktarıyor olabilirler.

Öyküye dönelim biz.

Felaket... 14 Nisan 3564, Salı, Hesap Günü

Dünya tektonik hareketlerin aşırı artması nedeniyle kabukta biriken gücün etkisini göstermesi ile yıllar süren ve tüm kara ve denizlerin etkilendiği 100 yıllık bir depremler dönemine girer. Kimi yerde 7 şiddetinde yaşanan düşük güçlü depremler olsa da, 9 ve üzerini geçen depremler nedeniyle dünya üzerinde insan yapısı taş, taş üzerinde kalmaz. O dönemde 149 milyar olan dünya insan nüfusundan 100 yılın sonunda geriye 300 milyon kişi kadar kalmıştır. Ardından geçen 10 bin yılda insanlar yeniden bir uygarlık kurmayı başarırlar. Aralarında ilkel olarak tanımladıkları bir kabileden garip ama teknolojik gelişmeler ile doğrulanabilen bazı bulanık bilgiler aldıklarında ise şaşırırlar. Örneğin bu kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, uydusu ayın da dünyanın etrafında döndüğünü bilmektedirler. Oysa gözlem yapacak hiç bir aygıtları bulunmamaktadır. Sirius'un ise 3 ayrı yıldızdan oluşan bir güneş sistemi olduğundan haberleri vardır. Üstelik de anlaşılması güç bir anlatımla da olsa, hayatın tohumlarının oradan bir yerden geldiğini söylemektedirler. Oysa ses hızını yeni aşmayı başarmış uçan taşıtların gücüyle bile bu yakındaki güneş sistemine gitmek için 200 bin yıl gerekmektedir. Tabi, çoğu gülüp geçerler bu söylenenlere. 100 bin yıl önce yaşadıkları büyük felaketler hakkında ortak akılda kalan söylenceler daha keyiflidir oysa. Çok ileri bir uygarlık, büyük yaratıcının gazabına uğrayıp denizin dibine batmıştır. Tufandan kurtulanlar ise şimdiki uygarlığı kuran atalarıdır.

En Güvenilir Bilgi Saklama Aygıtı...

Tarihi kayıt altında tutan ve bunu sonraki nesillere ulaştırmayı becerecek insan temsilcileri büyük bir iş başarmış olacaklardır. Kitaplar, taşlara kazınmış kitabeler, plaklar, cdler, sabit diskler ve benzerleri (günümüzde pek çoğu kısa sayılabilecek insan ömrü döngüsü içinde parladı ve yok oldu) insanlık tarihi boyunca bilgi koruma işini yapmayı becerdiğini ileri süren teknolojilerin icatları uzun ömürlü koruma ve saklama yapamadıkları için bir gün bunu yapmak yine bizim hafızalarımıza kalacaksa; iletilen bilgiler bozulmuş, değiştirilmiş, deforme olmuş olabilir. Ancak içlerinde az da olsa gerçek bilgi kırıntıları bulunabilir. Tıpkı Abant Turban Otelinin duvarında patlayan taşın arkasından, duvarda kalan iz gibi.



Bizden önce yaşamış ve burada olmamıza neden olmuş atalarımızı saygı ile anarak... (her kim ve neyseler).

25 Kasım 2015 Çarşamba

Karanlıktan Gelen Tehlike


Bir gün karanlıktan bir göktaşı gelip, her şeyi bitirecek mi?

Karanlık Hakimiyetinde Bir Evren

Uzay bizler için büyüklüğü anlaşılması çok zor bir yer. Yirminci yüzyılda insanların bir kaç kez ulaşıp üzerinde kısa bir süre durduktan sonra geri dönebildikleri tek gök cismi ise dünyamızın uydusu ay. Mars'a doğru 5 yıl önce yola çıkması planlansa da ancak 2030'da fırlatılan Falcon Heavy önemli bir dönüm noktası oldu. 2042'ye gelindiğinde 25 koloni Mars'ta yaşamaya başlamıştı. 18. koloniyle birlikte gidenler arasında Arla Çelikter'in amcası ile amcasının eşi de vardı. Zaman zaman onlarla görüntülü mesajlaşmak ve Mars'taki kolonilerin verdikleri yaşam mücadelesini kazanıyor olduğunu görmek Arla'yı keyiflendiriyordu. Genç kızın, Ankara Üniversitesi Astronomi bölümünü kazandığı 2034'de Mars'taki 14 koloninin zor şartlarla savaşı henüz yeni başlamıştı. Okul bittikten sonra, bilim aşkına yenilmiş ve önceleri Kreiken Rasathanesinde daha sonra da yeni inşaa edilen Datça Şenavcı Gözlemevi'nde mutlu bir çalışma ortamında, evrenin derinliklerine birkaç duyu organıyla birden bakıyordu, dinliyordu, adeta karanlığın içerisindeki bir avuç yıldız tozundan her şeyin teorisini yavaş yavaş tamamlıyordu. Ancak ilerleyen günlerde tanıklık edeceği olaylar hayatını değiştirecekti.

Tehdit

Her ne kadar güneş sistemi içerisinde göreli olarak korumalı bir yerde duran bir yer de olsa dünyamız daha önce de karanlıktan gelen tehditler ile yüzleşmişti. Bir gök bilimci için de böylesi tehdit oluşturabilecek gök cisimleri hep ilginç bir alandı. Arla'nın doktorası işte bu türden gök cisimleri üzerineydi. Karanlıktan gelecek tehlike eğer yeteri kadar büyük ve hızlı ise üstelik bir de yolunun üzerinde bir yerde Dünya'nın yörüngesiyle kesişiyorsa aslında fazla yapacak bir şey de kalmayabilirdi. 60 milyon yıl kadar önce dünyaya çarptığında fareden daha büyükçe canlıların tamamının yeryüzünden silinmesine neden olan göktaşı gibi bir başkasının da dünyaya çarpması ihtimali düşük de olsa hala vardı. İhtimal küçük, tehdit ise büyüktü. Mars, insanlığın ilk kolonisi ve belki de hayatta kalma şansını artıracak bir alternatif olma özelliği nedeniyle pek dillendirilmese de bilim insanlarının aklının bir köşesinde yer edinmişti. Bir göktaşı gerçekten de dünyadaki hayatın sonunu getirebilir miydi?

12 Ocak 2042 
Aslında diğerleri gibi sakin başlayan bir kış gecesiydi. Gökyüzü tertemiz Datça semaları da oldukça açık görüş verecek düzeyde yıldızların ışıkları ile aydınlanıyordu. Gecenin bir yarısında gözlemevinin giriş kapısındaki konuşma sisteminden gelen çağrı ile irkildiler. Ses tanıdıktı. Türker heyecanla bağırıyordu. Açın şu meredi bulduğum şeye inanamayacaksınız!

Açılan kapıdan koşarak yanlarına gelen arkadaşları Arla'nın bilgisayarının başına geçti. Nefes nefese, "az önce Bruno derin uzay teleskobundan aldığım şu verilere bakın! Yaklaşık yarım ışık yılı uzaklıkta bir cisim tespit ettim. Eğer bir hata yapmadıysam 2046 gibi ya bize çarpacak ya da çok yakınımızdan geçecek".

Doğrulama

Türker'in bulduğu asteroid ve yörüngesi dünyanın farklı gözlem evleri tarafından da yapılan incelemeler sonucunda doğrulandı. 2042 TU ismini alan C tipi asteroid tüm dünyada uzunca bir süre gündemi meşgul edecekti. Arla ise 2 yıl boyunca asteroidin yapısını inceledi ve neden oluştuğunu çözmek için çalıştı. İyi haber, az miktarda silisyum, genellikle donmuş su içeriyor olması, kötü haber ise boyutunun oldukça büyük olmasıydı. 750-830 metre çapında bir göktaşı dünyaya doğru müthiş bir hızla yaklaşıyordu. Çarpışma gerçekleşirse bunun pek de iyi sonuçları olmayabilirdi. Dünya yeni bir yıkımın eşiğine mi gelmişti? Jüpiter'in etkisi ile yörüngesi sapabilecek gibi de olsa kaçınılmaz çarpışma anı giderek yaklaşıyordu. İnsanlığın ise yapabileceği fazla bir şey yoktu.

16 Eylül 2046

Hesaplanan çarpışma tarihi 16 Eylül 2046 Pazar günü olarak çıkmıştı. Eldeki teknolojilerin hiçbiri ile bu boyuttaki bir göktaşını durdurmak mümkün olmasa da güneşin etkisi ile göktaşındaki su molekülleri ısınıp arkasında uzunca bir kuyruk bırakmaya başlamıştı. Arla, kütle kaybının hesabına göre dünyaya yaklaşırken cismin 16'da 1'inin bu yolla uzaya dağılacağını buldu. Ancak yine de gelen cisim nasıl bir felaket getirecek, bilmek güçtü. Ta ki, dünyaya yeterince yaklaşana kadar.

Arla 5 Ağustos 2045 gecesi 22:43'e kadar Datça Şenavcı Gözlemevinde Bruno derin uzay teleskopu sırasının gelmesini bekledi. Kontrolün kendisinde olduğunu belirten sesli uyarı mesajını alınca teleskopun 2042 TU göktaşına dönmesini ve spektrometresini çalıştırmasını istedi.

Gerçekten de taşın çoğunlukla su içerdiği bir kez daha ancak bu defa daha iyi bir kesinlikle ekranda belirdi. -Kahretsin çarptıktan sonra geride göktaşından bir şey kalmayacak galiba, diye mırıldandı.

Sonuç ekranında birkaç bildik karbon bazlı molekül de sıralandı. İçlerinden biri kırmızı ile belirtilmekteydi. Daha önce dünyada rastlanmayan bu molekül ne olabilirdi? Üstelik molekülün miktarı dikkate alındığında göktaşının genel kütlesine göre yüzde 16,58 gibi bir yoğunluk dikkat çekiyordu. Paylaş tuşuna dokundu. Konu için ilgi belirtmiş tüm bilim insanlarına durumu duyuran bir bilgi iletisi gönderdi. Daha sonra gecenin devamını Datça'nın deniz kenarındaki kahvede, kah yıkık iskelenin siluetini aydınlatan Ayın soluk ışığını, kah Simi (Sömbeki) adasının hayalet gibi dans eden kıyı ışıklarını izledi. Bir sene sonra bütün bu güzellikler kaçınılmaz bir felaketin etkisinde mi kalacaktı?

Bulgu tüm dünyanın bilim çevrelerinde ilgi ve şaşkınlıkla karşılandı. Ancak bu güne kadar dünyada rastlanmamış ya da üretilmemiş bir molekül yapısının ne olduğu ya da ne tür bir etkisinin olacağı hakkında kimse bir fikir ileri süremedi. Kaçınılmaz çarpışmaya ise haftalar kalmıştı. 12 Ağustos sabahı Arla uyandığında ilk iş olarak Ohio Devlet Üniversitesi Öğretim Üyesi Biyokimyacı Raj Suresh Mohinder molekülün yapısının sarin gazını andırdığını ancak daha önce tespit edilmemiş yapının ne tür bir etkisinin olacağı konusunda bir şey dile getirmenin ancak spekülasyon olabileceğine ilişkin mesajını izledi.

Dünyanın Sonu mu?

Akşam üzeri saat 5 gibi Arla bilgisayarın çıkarttığı olası senaryoların karşılaştırıldığı ekrana bakarken umutsuzca tırnaklarını yiyordu. Çarpışmaya sadece birkaç ay kalmıştı. Panik havası yerine dünya genelinde garip sayılabilecek bir dinginlik hakimdi. Borsalar bile durumdan fazla etkilenmemişti. Sanki dünyanın sonu hiç gelmeyecek gibi alıp-satmaya devam ediyorlardı. Aslında belki de böylesi daha iyi idi. 2026 büyük küresel depreminden sonra yaşanan panik ile depremde kaybedilenden çok can ve mal kaybı olmuştu. İnsanlık, eskisine göre çok daha iyi ders alıp, gelecek nesillere miras bırakabiliyordu artık. Ancak, göktaşından sonra geride kalacak nesiller insanlar değil de, fındık faresinden küçük canlılar olabilirdi. Bunları düşünürken kolu kallavi boydaki kahve kupasına çarptı. Yer düşüp kırılan kupa özel kaplama zeminde bir çukur oluşturdu. Dökülen kahve çukuru yavaşça doldurdu. -Al işte, dünyadan önce odanın zemini gitti gümbürtüye. Diye hayıflandı Arla. Türker'in kahkahası havayı rahatlattı. Ardından, "- bizim taşın büyük ihtimalle Hint okyanusunda Nouvelle Amsterdam adası yakınlarına isabet etmesi beklendiğinden Asya ve Avustralya kıyılarını vurabilecek Tsunami ihtimaline karşı, tüm kıyı bölgelerinden 10 kilometre kadar içerilere taşınmaya başlayanlardan daha şanslı olabiliriz. Ama yine de o yerdeki izi tamir ettirmek için üniversiteden ek ödenek almana gerek olmayabilir." deyip göz kırptı. Arla Türker'e dönüp suratını buruşturarak iyi ki bilim adamı olmuşsun. Komedi yapmaya çalışsan izleyicilerin sıkıntıdan kuruyabilirlerdi dedi. Türker, "-Gel sana kıyıdaki balıkçı mezat yerinin yanındaki kahvede çay ısmarlayayım" dedi. Kafasıyla onaylarken Arla, çantasına tabletini attı ve gözlemevinin ön kapısından çıktılar. Yakınlardaki rüzgar enerjisi santrallerinin kanat gürültüsünden başka bir sesin duyulmadığı dinginliğin devam edip etmeyeceğini düşünürken kaskını takıp, Türker'in elektrikli motorunun arkasına binmişti bile.

16 Eylül 2046 Pazar Saat 16:37

Göktaşı artık uzay istasyonları ve bazı uydulardan yaklaşık 10'den beri izlenip dünyanın her yerindeki izleyiciler tarafından an be an takip ediliyordu. Sanki insanlık kendi sonunu bir televizyon programı izler gibi izliyordu. Ekranın başından kalktıklarında kapısı kapalı olan küçük dairelerinin kendilerini koruyabileceği düşüncesi bilinç altlarına yerleştiğinden, sanal bir güven duygusu içerisinde rahat uyuyabiliyorlardı. Arla ve gözlemevi ekibi ise neredeyse son bir haftadır günde birkaç dakika kestirmenin dışında büyük bir çaba ile uykusuz geçiriyorlardı günleri.

Hesaplanan yere çarpacağı kesinleşen göktaşı 16 Eylül 2046 Pazar günü saat Çin Yerel Saati (CST) ile 16:37'de saniyede 68,5 km hızla atmosferden içeri girdi. Olayı gözlemevinin büyük ekranından izliyorlardı. 2 uydu ve bir uzay istasyonu ve 15 kilometrede uçan insansız hava araçları dünyanın sonunu naklen aktarıyorlardı.

Sonunda atmosfere giren göktaşı sarı bir topa dönüştü, anlamıyorum diye mırıldandı Arla, sodyum nereden çıktı? Hemen ardından rengi mora dönünce -HADİ CANIM diye bağırdı. Şimdi de kalsiyum yanıyor! O sırada ekranlardaki boyuta ilişkin göstergeler hızla değişmeye ve göktaşı parçalara ayrılmaya başladı. Şimdi atmosferde yanmaya devam eden parçaların rengi kırmızıya dönmüştü. -Bu iyi işte diye bağırdı Arla. Nitrojen ve Oksijen yanıyor şimdi de. Biraz sonra o koskoca taştan geriye sadece yoğun miktarda buhar kaldı. Birkaç yüz irili ufaklı parçacık yollarına devam edip yolculuklarına okyanusun derinliklerine doğru devam ettiler. Ancak parçalanan dev kayadan geriye pek dikkate değer bir şey kalmamıştı.

Arla ve Türker, ne oldu şimdi bakışlarını yakaladılar o anda. Gerçekten ne olmuştu? Atmosferde yayılan dumanımsı katman Avustralya kıyılarından Tibet'in yamaçlarına kadar büyük yarıçapta bir alanı gri-beyaz bir örtü ile örtmüştü. Ancak birkaç gün içerisinde tüm bu parçacıkların dağılacağını hesaplayabiliyorlardı.

Rahatlamışlardı. Bir yandan da gelen görüntülü görüşme isteklerini yanıtlamaya çalışıyorlardı. Gözlemevi bağıra çağıra konuşan neşeli 6-7 bilim insanının sesleri ile dolmuştu. Bu durum bir kaç gün daha devam etti. Etkileri anlamaya çalışmaları ise daha uzun sürecek gibiydi.

Etki!

Bir ay kadar sonra dünya liderlerinden gelen barışçıl açıklamalar yanında dünyanın çeşitli yerlerindeki yerel çatışmaların pek görülmemeye başlaması Arla'ya ilginç gelmeye başlamıştı. Göktaşı ile ilgisi olabilir mi diye Suresh'i aradı. Suresh ise kendisini eskisinden çok daha iyi hissettiğinden ama nedenini bilmediğinden bahsetti. Bu arada dağılan bulutun tüm dünyaya yayılmış olabileceğinden ancak eser miktardaki yabancı karbon bileşiğine rastlamadıklarından bahsetti. Belki de iyonize olmuştur hepsi diye ekledi. O sırada, Arla'nın gözü yanıp sönen haber ekranına takıldı. -Bunu görmelisin Suresh, bunu görmelisin! diye bağırdı Arla. O sırada çalışma arkadaşlarından Erhan ve Gökçe yerlerinden kalkarak Arla'nın yanına gelip, merakla ekrana baktılar. İsrail yetkilileri bir açıklama yapıyordu. Filistin ile kalıcı barışın sağlandığını ve iki ülke sınırlarının kaldırıldığını, tarafların barışı sürdürmek için ellerinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduklarını açıkladılar. Suresh araya girdi, "hey Hindistan'da farklı etnik gruplar arasındaki çatışmalar da bir süredir bitmiş gibiydi, sonunda insanoğlu aklını başına aldı gibi" diye araya girdi. "Arla, tamam eğer başkaca bir etki tespit edersen haber ver olur mu" dedi. Suresh "hey, bu göktaşından mı oldu diyorsun yani?" diye sordu. Arla, "Belki" dedi. Belki!

Türker, içeri geldiğinde yüzü gülüyordu. Aşırı dincilerin azılılarından olan bir grup teröristin nette bir açıklama yaparak, artık kimseye kötü bir yaklaşım göstermeyeceklerini ve tüm dünya insanlarını inançları ya da inançsızlıkları ne olursa olsun, kardeş olarak göreceklerini açıkladıklarını söyledi. Kafasını ekrandan kaldıran Gökçe, bir süredir medyum ve falcıların ortada görünmediklerinden hatta eğlence olarak baktığı fal sitelerinin pek çoğunun kapandığından bahsetti. Arla, "fal sitelerine mi bakıyordun" diye şaşkınca sordu. "Biliyorum, bana da eskisinden daha anlamsız geliyor" diye cevapladı Gökçe. Takip eden günlerde benzeri açıklamalar birbirini kovaladı. Cinayetler ve soygun haberleri ise artık görünmez olmuştu.

Bir kaç ay içerisinde pek çok ülke sınırlarını ve girişlerde belge kontrolünü ve vizeleri belirsiz bir tarihe kadar kaldırdığını açıkladı arka arkaya. Rutin askeri görev ve manevralar ise gereksiz bulunmaları nedeniyle arka arkaya iptal edilmeye ve kaynakları bilimsel araştırmalara ayrılmaya başladı.

Huzur

Göktaşından beri, dünya eskisinden çok daha huzurlu bir yer haline gelmişti. İnsanlar birbirlerine ve doğal çevrelerine karşı eskisinden çok daha anlayışlı ve saygılıydılar. Son birkaç ayda hiç bir çatışma ya da terör olayı gerçekleşmemişti. Bilim dünyası sıradan insanların beyin görüntüleme sonuçlarını incelemeye başladı. Belirgin bir değişiklik bulamadılar. Sadece, amigdala olarak adlandırılan bölümde (*) belli belirsiz bir faaliyet azalması tespit edilebildi. İnsanlar, eskisine göre daha huzurluydu. Pek çok ünlü net sitesi ve televizyon yayınlarında: "Sonunda barışı ve huzuru bulmak için başımıza taş düşmesi gerekiyormuş demek." "Dünyada olmayan barışın uzaydan tepemize inmesi komik oldu." gibi yorumlar yapılıyordu.

...

Görüldüğü kadarıyla küresel bir felaket olması beklenirken, evren Dünya'ya acımış ve ilkel taraflarımızı törpüleyecek bir çözüm getirmişti. Belki de, Cennet gökten dünyaya düşmüştü.

(*) Beynin tehdit anında hızlı tepki vermesini sağlayan evrimin ilk dönemlerinde beynin üst katmanından önce geliştiği düşünülen kısım. 

30 Ekim 2015 Cuma

Başarının Önündeki Engel Ne?

Genetik Mirasımız Başa Bela mı?

Biraz genetik mirasımızdan kaynaklandığını düşündüğüm bir özellik var. Küçük insan toplulukları halinde doğal koşulların etkisini sonuna kadar hissederek yaşanılan dönemlerde, vahşi hayvanlar ve diğer insanlara karşı dikkatli olan atalarımız bu dikkatleri nedeniyle nesillerini sürdürebildiler. Daha cesur ve korkusuz olan bazı bireyler ise bu cesaretlerinin ve tedbirsizliklerinin bedelini canları ile ödediler. Zamanla hayatta kalanlar, ürkek ve tedbirli çoğunluk olabilir. Yeni nesillere aktarılan bu özellikler günümüze kadar aktarılmış olabilir.

Artık, doğanın ortasında vahşi hayvanlardan korkarak, genellikle de diğer insanların canımıza kastetmesi endişesi ile yaşamıyoruz. Büyük şehirlerde ya da daha küçük yerleşim yerlerinde güvendeyiz. Savaş bölgesinde değilseniz, fazla korkmamıza neden olacak, hayatınızı tehdit eden unsurlar da yok.

Oysa, ilkel dünyada hayatınızı kurtaran, genetik olarak taşınmış özellikler hala kafanızın içinde hazır olarak sizinle dünyaya geliyor. Diğer yandan, mevcut ekonomik düzende cesur ve  girişimci olmanız, yaratıcı düşünceleriniz ile ortaya koyabileceğiniz yenilikleri cesurca kullanıma sunabilmeniz gerekiyor. Oysa ürkek ve tedbirli tarafımız bütün bu parlak fikirleri ortaya atmamıza, yeni şeyler denememize engel olabilir.


Toprağa Gömdüğümüz Zenginlikler Neler?

Bu nedenle mezarlıklar hayata geçirilmemiş parlak fikirlerle, gerçekleştirilmemiş girişimlerle, denenmemiş yenilikçi fikirlerle dolu. Tüm bu zenginlikleri toprağa gömüyoruz. Oysa biraz cesaret olsaydı belki de, pek çok hayatı kolaylaştıracak ürün ve hizmet şimdi yerin altında olmayacaktı.

Bizi Zincirleyen Genetik Mirasımızın Etkisinden Nasıl Kurtuluruz?

1- Her girişimin önündeki engellerin neler olacağını düşüneceğinize, onları nasıl aşacağınızı düşünün.
2- Elde ettiğiniz bir fırsatın olası olumsuz etkilerine kaygılanmak yerine, bu fırsatı bir daha elde edemeyeceğinizi düşünüp, değerlendirin.
3- Anın kıymetini bilin. Yeni kişiler tanımak için kafanızdaki ilkel korkulardan sıyrılın. Bir an tanıyabileceğiniz kişiyi, o anı kaçırınca, bir daha görmemek üzere kaybedebileceğinizi unutmayın.
4- Kimi girişimler gençken, insanın daha cesur olduğu bir dönemde daha kolay yapılır. Gençliğinizin bu cesur ve girişimci yönünü koruyun. Orta yaşlarda genç kalmayı istemez misiniz?
5- Tedbirli tarafınızın siz tedirgin eden ve vazgeçmenizi telkin eden çığlıklarını bastırın. Biraz cesaret ve başladığınız işten vazgeçmemek başarı için tek ihtiyacınız olabilir.

Bu görsel, şuradan alınmıştır. 

Başarı Çok Yakında Olabilir

Akılda kalıp, ölümün ötesine geçmek istiyorsanız başarılı olup işe yarayan bir hayat yaşayın. Başarı uzanıp yakalayabileceğiniz kadar kolay bir yerlerde olabilir. Geri çekilerek başarıya ulaşamazsınız.

Sürüdeki birey, güven içerisinde hayatını boşa harcayabilir ama sürüden ayrılıp, aklını kullanan birey ölümlü bedeni ortadan kalksa da yaptıkları ile yaşamaya devam eder.

Ölümsüz olma fırsatını, ne yaparsanız yapın, kaybetmeyin. Hayata kattığınız yenilikler, ürünler, fikirler, eserler sizi yaşatır. Büyük yenilikçiler, sanatçılar, girişimciler, yaptıkları ile hatırlanır. Düşününce hemen bir iki ismi sıralayabilirsiniz. Büyük kötümserler ve tedbiri elden bırakmadan hep radarın altından hayatını sürdürmüş milyarlarca ölüden ise kolay kolay kimseyi sayamazsınız. Onlar toprak altında kalmış değerlendirilememiş insanlık potansiyelinden kişilerdir.

Hangi taraftan olacağınız tamamen sizin elinizde. Başarınızın engeli, kendiniz olmayın.

Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...