uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
uzay etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2018 Cumartesi

Kendinin Farkında Olan Bir Enerji Türü: İnsan

Aydın, yeni senfonisinin son rötuşlarını yaptı. Yazılım üzerinden orkestra düzenlemesini de bitirdi. Sütlü kahvesinden höpürdeterek, koca bir yudum aldı. Kısa bir hazırlıktan sonra, bisikletine atlayıp, yola çıkmıştı bile. Sabahın beşinde, güneşin ilk ışıklarıyla üniversitenin kapısından geçti. Astrofizikçinin erkenden işe gelmesine alışık olan güvenlik görevlisi kadın, gülümseyerek selam verdi. Kadın, "yıldızlar arası yolculuk yapmak için daha kaç kuşak daha beklememiz lazım Aydın hocam?" dedi gülerek. "Günaydın Leyla" diyerek geniş bir gülümsemeyle cevap verdi genç adam. Çok hızlı gelişme kaydediyoruz ama mesafeler o kadar uzak ki, bu yaz tatili için en iyisi Akdeniz kıyılarını düşünmek diye ekledi. Otomatik biyometrik tanıma sistemi 19 yaşındaki adamın geçiş onayını verdikten sonra, fizik bölümüne doğru pedal çevirmeye başladı Aydın.

19 yaşında sabaha karşı senfonisinin son rötuşlarını yapan bir astrofizikçi üniversite hocası kulağa garip gelebilir. Ancak, son yüz yıl içerisinde yaşanan gariplikleri göz önüne getirince, bu önemsiz bile sayılabilir. 2030 yılının üçüncü çeyreği gibi dünya manyetik kutuplarının değişimi hızlandı. Olaylar sırasında yaşanan güneş patlamasının etkisiyle insanlardan bazılarında ortaya çıkan bir mutasyon oldu. Mutasyon, son derece ilginç bir sonuç verdi. Yeni doğanlardan bazıları ebeveynlerinin tüm yetenek ve bilgisiyle dünyaya gelmeye başladılar. Yeni doğan çocuklar, henüz iki, iki buçuk yaşındayken okuyup yazabiliyor, bir kaç farklı yabancı dili konuşabiliyor, sanat, bilim gibi konularda ana babalarının birikimi ile dünyaya geliyorlardı. Başta otistik sanıldılar. Ancak, daha sonra ortaya çıkan bu değişimin nedeni anlaşıldı. Olanların nedeninin, manyetik kutup değişikliği sırasında, dünyanın manyetik kalkanının onda bire kadar düşen zayıf bir anında yaşanan güneş patlaması olabileceği sonucuna varıldı.

Ortaya çıkan bu yeni dehalar, toplumda ilk başlarda bir miktar korku da yarattı. Zira, bu süper insanların mevcut insan topluluğu için bir tehlike olabileceğini düşünenler oldu. Ancak, bu yetenekli insanların tehditten çok, yeni ufuklar açma konusunda insanlığa yardımcı olabilecekleri bir kaç on yıl içerisinde anlaşıldı. Zaten, normal insanlar gibi temel okul eğitimine ihtiyaç duymuyorlardı. Bu yeni bireyler, mevcut bilgilerinin üzerine edindikleri yeni bilgiler ile diğer insanlardan bilgice çok daha iyi bir yere hızlıca gelebiliyor, bilim ve sosyal alanlarda çok başarılı oluyorlardı. Üstelik tüm bu yetenek ve kapasitelerine rağmen, toplumda kabul gördüler. Başta bu insanların sayısı tüm dünyada bir kaç yüz bin kişiydi. Bir kaç nesil sonra, sayıca daha da büyük bir çoğunluğa ulaştılar. İşin iyi yanı, tüm öğrenilen yeteneklerin nesilden, nesile aktarılması ile bir bireyin yetenek ve yetkinliklerinin katlanarak çoğalmasıydı. İnsanlık birikiminin büyük bölümünü doğuştan yanında getiren deha bebekler!

Bu durum ister istemez, teknolojik ilerlemeyi körükledi. Sosyal yaşantı da aynı şekilde durumdan etkilendi. Mutasyon baskındı. Yani normal bireyler ile eşleşme halinde, yeni doğanların tümü bu hediye ile dünyaya geliyordu. Böylece insanlık giderek daha bilgili ve yetenekli olmanın yanında, daha da zeki olmaya başladı. En ilginç gelişme, politikacılarda oldu şüphesiz. Giderek daha zeki olan halklar, kendileri gibi yetenekli ve karar mekanizmasında hakkıyla görev yapabilecek yetenekteki politikacıları seçmeye başladılar. Para inancı ve paranın sağladığı güce tapma ihtiyacı da, zamanla ortadan kalktı. Ülkeler birbirlerine olan düşmanlığı ve rekabeti bırakıp, insanlık ülküsü için birlikte hareket etmeye başladılar. Zamanla, devletlerin sınırları haritalarda kalan bir anı haline geldi. Bir kaç yüzyıl içerisinde Dünya, eskisinden çok daha yaşanabilir bir yer haline gelmişti. Anılar, yetenekler gibi ana babalardan geçmiyordu. Ancak, zekadaki yükseliş, geçmişteki hataların tekrar edilmemesi için yeterli oldu. İnsanlık, artık dünyayı kendine cehennem etmiyor, doğayı katletmiyordu, dahası diğer türlerin yok olmasına da neden olmuyordu. Ekonomik üstünlük için birbirini yemeyi bırakan toplumlar bir arada refah ve barış içerisinde yaşamayı sonunda başarmıştı.

Tüm bu değişikliklere sebep olan kozmik rastlantı ve trilyonda bir gerçekleşebilecek bir başarılı mutasyon, Dünyayı değiştirmeye ve daha da yaşanabilir bir yer olmasına yetti. Dahası güneş sistemi yolculukları da mümkün oldu.

19 milyar yıl kadar önce enerjinin maddeye dönüşü ile başlayan yolculuk, bir anda kendinin farkına varan ve aslında ne olduğunu anlayabilen bir memelinin, homo sapiens, yani kamil insanın yükselişi ile taçlanmıştı. Enerji, bir şekilde bilinç kazanmıştı. Şans eseri de olsa, enerji sonunda bu bilgisini nesiller boyu kolayca yeni bireylere hızlıca aktarmanın bir yolunu bulmuştu.

Birikimler ölmez, hep yaşar.

16 Şubat 2018 Cuma

Neden Sonuç İlişkisi

Neden sonuç ilişkisi, ders olarak konulsa, ilkokuldan, üniversiteye kadar vazgeçilmez olurdu.

Evrende her neden bir sonuç doğurur. Sonuçları incelediğinizde ise bir şekilde nedene ulaşırsınız. Kullanacağınız güzel araçlardan biri de, sorgulama yeteneğinizdir.

Küçük çocuklar etraflarını tanımak için bitmez tükenmez bir merak içerisinde sorular sorar, nedenleri ve sonuçları anlamaya çalışırlar. Büyükler, neden sonuç ilişkilerini anlamak için sormaktan vazgeçtikleri anda, etraflarında olup biteni kavraayamaz hale gelirler.

Gelişmiş ile geri kalmışlık arasındaki temel fark, işte bu neden sonuç ilişkilerini anlamak için gereken sorgulama yetisinin ortadan kalkmış olmasından kaynaklanır.

Neden yanılıyoruz?

Derscartes, sizi önceden aldatan bir şeye güvenmenizin doğru olmayacağını düşünmüştür. Ancak eğer neden sonuç ilişkisini kuramıyorsanız tekrar tekrar yanılsanız da bu durumdan kurtulamazsınız. Descartes bu kanıya duyu organlarımızın bizi yanıltma ihtimali bulunması nedeniyle varmıştır.

Dünyayı ve çevremizde gerçekleşenleri olduklarından farklı ve hatalı olarak algılıyorsak neden sonuç ilişkisini nasıl kurabiliriz? Hakikati nasıl bilebiliriz? Bilim bunun için iyi bir araç olabilir. Bilimsel yaklaşımlar ile aynı şartlar altında gerçekleştirilen deneyler aynı sonuçları vermelidir. Eğer aksi söz konusuysa büyük ihtimalle bir şeyleri gözden kaçırıyor olabiliriz. Bilimin güzel yanı sebep sonuç sorgulamalarına hep açık olmasıdır. Diğer bir deyişle bilimsel çıkarımlar her zaman yanlışlanabilir. Bir tek farklı bir sonuç bulunması bile deney sonunda varmış olduğunuz sonucu güvenilmez hale getirir.

Dolap canavarları gerçek mi? 

Çocukken durum çok daha zordur. İster istemez büyüklerinizin ve çevrenizdekilerin söyledikleri dünyayı algılayışınızı etkiler. Eğer yatağınızın altında ya da dolabınızda bir canavar olduğuna inanırsanız beyniniz sizi tehlikeden korumak adına oralara yaklaşmaktan alıkoyar. Çevrenizden etkilenerek kafanızda kurguladığınız korkutucu durum gerçekliğiniz haline gelebilir. Oysa gerçekte bir canavar olup olmadığını anlamanın yolu, yüzleşmektir. Eğer bir canavar varsa onu görmeniz gerekir. Sizden saklanıyorsa ve onu görmüyorsanız ya düşündüğünüz kadar güçlü değildir ya da yoktur. Bir diğer yaklaşım da korkunuz hakkında bilgi edinmektir. Örneğin yatak altı ya da dolap canavarları ne yer, ne içerler? Boş vakitlerinde ne yaparlar? Arkadaşları var mıdır? Tüm bu sorulara çevrenizden yanıtlar gelebilir. Üstelik çevrenizdeki kişiler öylesi aktarılar ki bu bilgilerini sanki kendi deneyimledikleri ve yaşadıkları gibi sanabilirsiniz. Oysa onlar da başkalarından duyup, aktarmışlar ve tüm topluluktan benzer içerikte veriler gelmeye başlaması üzerine bu tür söylentilere inanmışlardır. Popüler kültür fantezileri böyle ortaya çıkar. Kurt adamlar, vampirler, periler, uzaylılar. Birilerinin deneylediğine şiddetle inanırsanız, bir gün beyniniz size benzeri bir yanılsamayı da yaşatabilir çünkü hastalıkları bir kenara bırakacak da olsak hayal gücünüz bir gün istediğiniz yanılsamayı yaşamanıza kapı açabilir. İşin garip yanı birilerini böyle popüler kültür masallarına kolayca inandırabilirsiniz. Aynı insanlara gerçeği tüm yalınlığı ile anlatıp bunların hayal ürünü olduğunu ise kolay kolay inandıramazsınız.

Uzaylılar kaçırdı, inceledi

Sebep sonuç ilişkilerini kurmayı becerdiğinizde durum değişir. Örneğin Amerika'nın çorak topraklarında yaşayan, tarımla uğraşan bir çiftçisiniz. Dünyada tonla yer varken uzaylılar neden gelip sizi alıp götürür ve bedeninizi incelerler? Ameliyat ederler? Binlerce ışık yılı öteden gelecek bir teknolojiyi üreten canlılar tükürükte bile bulunan DNA'nızı alıp, sizden bir tane üretemeyecek kadar beceriksiz olabilirler mi? Hadi değiller diyelim, sıradan bir köylüyü kaçırıp incelemek, dahası sizin bunu bilecek kadar bilinçli kalmanızı engelleyememek, dahası hayatta kalıp deneyimlerinizi başkalarıyla paylaşmanızı engellememeleri çok amatörce değil mi? Eğer bizlerini onları keşfetmesini isteseler tüm İnternet, Televizyonlar, Radyolar kolayca amaçlarına ulaşmalarını sağlamaz mı? Bu gizemli yaklaşım neden? Mesela bir uzaylı ile hiç gerçekleşmemiş bir yakın temas neden olamaz mı?

Evren çok büyük, Carl Sagan'ın da dediği gibi "Eğer tüm evrende yaşam sadece dünyada varsa, bu çok büyük bir yer israfı olurdu". Evrende başka gezegenlerde yaşam olabileceği gerçeğine rağmen mesafelerin uzunluğu gezegenler arası yolculuğu imkansız hale getiriyor olabilir. Ancak buna üzülmemek lazım. Böyle bir imkana sahip olacak akıllı türlerin iyi  ya da kötü niyetli olma olasılıkları aynı. Dolayısıyla 3. türden yakın ilişkiler çok da istenilecek bir durum olmayabilir. En azından kendimizi düşünelim. Uygarlığımızın mevcut gelişmişlik düzeyi ile yıldızlar arası yolculuk yapabilsek bu gittiğimiz gezegenlerdeki canlılar için hiç de iyi olmayabilir. Biz hala Dünya'da enerji, güç ve para gibi nedenlerle birbirimizi katlediyoruz. Bizden geri teknolojiye sahip bir akıllı canlı türü bulsak, iyilik olsun diye, ona tüm teknolojimizi mi aktarırız, yoksa etinden, sütünden, dersinden başlayıp tüm zenginliklerini kendimize mi alırız? Evrende aynı fizik kuralları işlediğine göre, orada bir yerlerde akıllı bir canlı türü evrim geçirdiyse, görünümü bize benzemese de davranış ve yaklaşımları benzeyebilir.

Günlük hayattan bir örnek

"Ankara'da açık çatı katlarına konulan yer karoları neden patlar?" diye kendinize sorun.

Ankara kışları soğuktur. Geceleri sıcaklık çok düşer. Sıfırın altında sıcaklıkların gerçekleştiği uzun kış geceleri olur. Kılcal derz çatlaklarına giren su dondukça genişler. Genişleyen su çatlakları genişletir. Böylece çatlak derzin altına ve zamanla karoların altına ilerler. Isınan hava nedeniyle eriyen buzlar suya döner. Su bu çatlakları doldurur. Isı düşünce su yeniden donar ve çatlaklar genişleyip ilerler. Daha çok çatlak ve daha çok su bir süre sonra patlayıp kalkan yer döşemeniz anlamına gelir. Suyu uzak tutabilirseniz karolar patlamaz. İşte Ankara'daki çirkin çatı kapatmalarının nedeni suyun donduğunda gösterdiği bu garip genleşme etkisidir. Diğer maddeler donduklarında büzülürken, su genleşir. Eğer su da diğer maddeler gibi soğuduğu zaman büzülseydi belki de çatı kapatması yapmak için başka neden bulmamız gerekecekti. İşte, size basit bir sebep sonuç örgüsü.

Sözün özü. "Neden?" diye sormaktan ve cevabını aramaktan vazgeçmeyin. sonuçta bu da bizim doğamızda var.

2 Aralık 2016 Cuma

Uzaylılar Bizi Yer mi?




Basmakalıp sözler vardır. Bazıları mantıksızdır. Mesela: "Ölümlerin birinci nedeni doğumlardır" gibi. Aslında şakadır bu söz. Doğumda hayatını kaybedenler için söylenmemiştir. Sadece basitçe; tüm ölenlerin, doğdukları için zamanı gelip de bir gün öldükleri gerçeğine gönderme ile ironi (mizah) yapar.
Dünyada saçma sapan insan davranışları ve düşünceleri nedeniyle kendi cehennemimizi yaratıyoruz. Tarih boyunca hep iyi amaçlarla ortaya çıkmış ideolojiler sonunda destekçilerinin diğer görüşlere olan toleranslarının azlığından ölüm ve savaşlara neden olmuştur. "Öldürme!" diyen dini görüşler hala katliamlara neden olmuyor mu?


Nobel ödülleri dinamiti icat eden adamın yüzünden ölen insanların kanlarını sızdırmıyor mu bir taraflarından?

Devlet yönetenler, her türlü olur olmadık nedenden kendi vatandaşlarına olduğu gibi başka ülkenin vatandaşlarının yaşam hakkını ellerinden almıyor mu?

21 yüzyıldayız ama hala savaşlar sürüyor. Sizce, kurduğumuz uygarlık zekice ilerliyor mu?


Dünyanın en zeki insanlar "Yapay Zeka"nın insanlığı yok etme ihtimalinden korku ile bahsediyor. Olabilir, tabi biz kendi kendimiz daha önce yok etmezsek. Yani "Yapay Zeka" bizleri yok edecekse bunun için sırasını beklemesi gerekebilir.  Gerçi Yapay Zekayı üretmeyi başarabilirsek ve o da bizleri yok ederse, bunun nedeni yine insanlar olmayacak mı?

Doğanın dengesi yaşayanların birbirini yiyecek olarak tüketmesi üzerine kurulmuş. Bizler bu nedenle bu kadar vahşiyiz belki de. Yiyecekle aramızdaki tüm engelleri ortadan kaldırmaya çalışıyoruz. O engel, bir insan olsa bile.

Varlığı bir kanıta dayanmayan uzaylılar belki de gerçektir. Ancak koca evrende bir yerden bir yere gitmek o kadar da kolay değil. Eğer bir kaç bin ışık yılı uzakta gelişmiş bir uygarlık varsa, buraya gelebilmek için aşmaları gereken fizik yasaları var. Hem bu kadar korkacak ne var? Uzaylılar yerküremize gelmeden, bir dev uzay kayasının karanlıktan çıkıp bizi yok etmeyeceği ne malum?


Sorulması gereken bir diğer önemli soru var. Acaba, biz uzaylıları yer miyiz? Diyelim ki, evrende bir yerlerde yaşayan akıllı canlılar bir yolunu bulup dünyamıza geldiler. Öyle bilim kurgu filmlerdeki gibi, şehrin üzerine geldi mi havayı karartacak kadar büyük değil de, içine 4 canlının sığabileceği mütevazı bir aracın 10 bin yıl önce dünyaya geldiğini, ve atalarımızın memleketi Afrika'ya indiklerini düşünün. Uzay aracının kapısını açıp, kendilerine şaşkınlık ve korkuyla bakan vahşilere o basmakalıp sözü etmişlerdir. "Barış için geldik!" Öyle insana falan değil de şans bu ya mesela koyuna benziyorlarsa o uzaylılar, o zamanki insanlar bu dört kafadarı ne yapıp edip yemişlerdir. Yani bir tür, "yemek ayağınıza kadar geldi". Olamaz mı? Bal gibi olur. Tarlasında uzaylı gördüğünü sanan köylü adamın onlara taş attığı zaman 21. yüzyıldaydı, hatırlatırlayın.

Görsel, NTV arşivinden alınmıştır. (http://arsiv.ntv.com.tr/news/86682.asp)

Ejderhalar, periler, cinler, cadılar gibi pop kültür ögesi haline gelmiş olan uzaylı ziyaretçilerin insanları kaçırıp, onları ameliyat etmeleri, tecavüz etmeleri ve benzeri hikayeleri bir kenara bıraktığımızda, "Uzaylılar bizi yer mi?" sorusuna verilecek cevap, belki "evet" olabilir. Ancak daha önemli bir soruyu bu nedenle gözden kaçırmamak lazım. Bir pundunu bulursak "biz uzaylıları yer miyiz?" Bana sorarsanız yeriz. Hatta yeterli miktarda uzaylı bulursak sadece çok lüks lokantalarda servis edilebilen yemeklerini bile yaparız. Bana "olur mu öyle şey canım?" demeyin. Dünyada yaşayan ne varsa yiyen bir türüz. Lütfen yeniden düşünün! Hele bir de buralardan uzaklardaki dünyalara gitmeyi becerebilirsek neler yapabileceğimizi (yemek olarak) hayal gücünüze bırakıyorum. Zaten bu yazının yerine, yemek tarifi verseydim, inanın çok daha fazla okuyanı olacaktı.

Sanırım en güzeli, uzaylıların dünyamıza gelmelerini beklemek.

Sağlıcakla kalın.

18 Aralık 2015 Cuma

Sirius Tohumları

gaz ve toz...

16 Mayıs 1991 Bolu Abant, Turban Otelinin giriş kapısının az ilerisinde ayaklarını sürüyerek yürüyen 25 yaşlarındaki delikanlı patika yolda durdu. "Mayıs sabahında güneşli Ankara'dan kalkıp neden buralara geldim? Ne işim var bu iç karartıcı yerde" diye düşündü. Ayna gibi göl manzarası harika görünüyordu. Dağların eteklerine kadar inmiş olan bulutlar yer yer yükseklerdeki çam ağaçlarını yalayarak nazlı nazlı hareket ediyordu. Bulutların ardında bir yerlerde güneş vardı elbette ama sabahın sekizi olmasına rağmen alaca karanlık sürüyordu. "Ne işim var benim burada" diye kendi kendine bir kez daha sordu.

"Bulutlar" denildiğinde hep aklına gelen şeyi hatırladı. Gaz ve toz bulutları bir araya gelip, güneş sistemlerini oluşturuyordu. İlkokul çocuğu kafası ile bir türlü gökyüzündeki bulutların ve babaannesinin hiç durmadan süpürüp, temizlediği evindeki tozların nasıl olup da güneş sistemini oluşturduğunu bir türlü kavrayamıyordu.

Bulutlar; ışığı, güneşi kapatan bulutlar, hiç güneş sistemi olurlar mıydı?

İnsanlığın geçmişten geleceğe ilettiği pek çok bilgi gibi bu ilkokul bilgileri de eksik ve eskiydi. Dahası 60'lı yılların sonunda kitabı hazırlayanlar, büyük patlama gibi bir teoriden habersizdi. Ya da evrenin olası 13,8 milyar yıllık varlığından. Buna karşın, evrenin çapının 93 milyar ışık yılı olması nedeniyle büyük patlamanın hiç olmadığı üzerine oluşturulan teoriden de habersizdi yazarlar.

Çocuk kafasında, o zamanlar evdeki süpürülen tozların ve bulutların bir araya gelip de gezegenleri oluşturduğunu ezbere canlandırıyordu işte hepsi o. Ama artık yetişkindi.



Aynı gün gecenin ileri saatinde, aynı patikada buldu kendini genç adam. Canı da sıkkındı zaten, ayağının ucuna gelen taşa şiddetle vurdu. Çarpışmanın etkisiyle, hızla havalanan taş, bir süre uçtuktan sonra otelin duvarında patladı. Çarptığı yerde biraz önce kayanın içinde uzunca bir süre hapis kalmış parçalardan cüce bir dağ oluşmuştu.

Yere düşmüş parçalardan birkaçını eline aldı. Sağlam bir taş gibi duran parçalar ufalanıverdi. Küçük kaya parçası nasıl da paramparça oluvermişti? "Aptal kil parçası seni" dedi.

Sabah dağlardan sis gibi inmiş bulutlar kaybolmuştu. Kafasını kaldırdı. gökyüzünde diğerlerine göre belirgin olarak parlayan bir noktaya takıldı gözü "Sirius" diye düşündü. O zamanlar baktığı o noktada aslında birbirinin etrafında dönen iki yıldız olduğundan da haberi yoktu. Gördüğü, konuştuğu, sevdiği, sevmediği her şeyin aslında yıldız tozu olduğundan da bihaberdi. Aslında yıldız tozlarının da maddeye dönüşmüş enerji olduğunu bir anda anlasa oturduğu koltuktan yer düşerdi. Neyse ki henüz bunları bilmek için çok erkendi.


15 Aralık 2015, Salı, Gecelerden Sirius...

Ruhi, sohbet sırasında Ona, Afrika'da Mali Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan bir ilkel topluluktan, Dogon'lar kabilesinden bahsetti. Bu kabiledekilerin  nesilden, nesile aktararak muhafaza ettikleri bilgileri 1930'da etnolog Marcel Griaule modern dünyaya aktarmıştı. Kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğundan, güneşin etrafında döndüğünden yörüngesindeki uydusu ayın da dünya etrafında döndüğünü bildikleri gibi, Sirius-A ve Sirius-B'nin varlığından haberdardırlar. Bu bilgi ancak güçlü bir teleskobun varlığı halinde edilinebilmektedir (tabi kabilenin ortaklaşa kurup işlettiği bir gözlemevi falan da yoktur ortada). Kabile, üçüncü bir yıldızın varlığından daha bahsetse de bu bilgi henüz kanıtlanamamıştır. Daha ilginci Sirius-B'nin yoğun kütlesinden da haberdardır kabiledekiler. Asıl şapkayı uçurtacak konu ise hayatın tohumlarının Sirius'dan geldiğini söylemeleridir. Ruhi, atalarımızın Sirius'dan gelmiş olabileceklerini düşündüğünü söyler.

3,8 Milyar yıl önce dünyada bir gün...

Hayat başlangıcı hakkında pek çok söylence var. Belki de atalarımız dünyamıza uzaydan geldiler. Ancak gemileriyle değil. Zaten buna gerek de yoktu. Atalarımız zeki canlılar da olmayabilirler. Sirius yıldızlarının çevresinde dönen bir gezegende korkunç bir sonla yüzleşmiş olabilirler. Üzerinde canlıların ve pek tabi bakteri ve virüslerin de yaşadığı bir gezegen, kendisine çarpan dev bir meteor ile üzerindeki tüm canlılığı kaybeder. Ancak ufalanan parçalar üzerinde, uzayın çetin şartlarında hayatta kalmayı başarabilen bakteriler, uzunca bir yol katettikten sonra yollarına çıkacak ilk uygun gezegeni "enfekte" etmek üzere sabırla yolculuklarının bitmesini beklemektedirler.

Hikayenin başında Abant Turban Otelinin duvarında patlayan bir kil parçası vardı hatırlıyor musunuz?


İşte bundan tam 3,8 milyar yıl önce Sirius yıldızlarının parçalanan bir uydusundan gelen yüzlerce ufak tefek kaya üzerindeki kaçak yolcularıyla birlikte güneş sistemimize girdiler. Bunlardan birkaçı da dünyamıza isabet etti. Uzun yol boyunca hayatta kalabilen bazı bakteriler dünyaya uyum sağlayıp uygun ortamda çoğaldılar. Hikayeyi anlatan ben değil miyim? Derim ki: Önce Mars'a düştüler, milyonlarca yıl sonra Marsa çarpıp kayaları uzaya fırlatan bir başka meteorla dünyaya geldiler.

Bu nasıl bilim kurgu öykü? Uzay gemilerine atlayıp gelen uzaylı canlılar nerede?

Aslında ben de, tam olarak da onlardan bahsediyordum. Atalarımız 8,47 ışıkyılı uzaklıktaki Sirius yıldızlarından bir kaç yüz milyon yıl süren bir yolculukla dünyamıza gelmiş olabilirler. Olasılık o kadar düşük ki bu yazıyı öykü yapan da bu düşük olasılık işte. Bakış açımızı geleneksel bilim kurgu öykülerinden daha geniş tutalım sayın okur! Basit olan, kimi zaman çok daha akla yakın olabilir. O kadar mesafeyi aşacak karmaşık bir canlı yerine yaşam standartları çok daha düşükken hayatta kalabilen bir diğerinin (bir bakteri mesela) gelmesi çok daha fazla mümkün.

Dogon'lar...

Hani şu çokbilmiş kabile vardı ya işte onlar. İnsanlık tarihi pekala birkaç büyük unutuş yaşamış olabilir. Büyük yıkımlar nedeniyle, bilginin saklanabilmesi mümkün olmadığından, çoğunluğu unutulmuş olsa da bilgi kırıntıları kalmaz mı?

Disiplinli topluluklardan kalan bireyler, ya da inisiye topluluklar; kulaktan kulağa aktararak Dogon'lar gibi bize: "Nasıl bilebilirler bu ilkelcikler" dedirten bilgi kırıntılarını aktarıyor olabilirler.

Öyküye dönelim biz.

Felaket... 14 Nisan 3564, Salı, Hesap Günü

Dünya tektonik hareketlerin aşırı artması nedeniyle kabukta biriken gücün etkisini göstermesi ile yıllar süren ve tüm kara ve denizlerin etkilendiği 100 yıllık bir depremler dönemine girer. Kimi yerde 7 şiddetinde yaşanan düşük güçlü depremler olsa da, 9 ve üzerini geçen depremler nedeniyle dünya üzerinde insan yapısı taş, taş üzerinde kalmaz. O dönemde 149 milyar olan dünya insan nüfusundan 100 yılın sonunda geriye 300 milyon kişi kadar kalmıştır. Ardından geçen 10 bin yılda insanlar yeniden bir uygarlık kurmayı başarırlar. Aralarında ilkel olarak tanımladıkları bir kabileden garip ama teknolojik gelişmeler ile doğrulanabilen bazı bulanık bilgiler aldıklarında ise şaşırırlar. Örneğin bu kabiledekiler dünyanın yuvarlak olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü, uydusu ayın da dünyanın etrafında döndüğünü bilmektedirler. Oysa gözlem yapacak hiç bir aygıtları bulunmamaktadır. Sirius'un ise 3 ayrı yıldızdan oluşan bir güneş sistemi olduğundan haberleri vardır. Üstelik de anlaşılması güç bir anlatımla da olsa, hayatın tohumlarının oradan bir yerden geldiğini söylemektedirler. Oysa ses hızını yeni aşmayı başarmış uçan taşıtların gücüyle bile bu yakındaki güneş sistemine gitmek için 200 bin yıl gerekmektedir. Tabi, çoğu gülüp geçerler bu söylenenlere. 100 bin yıl önce yaşadıkları büyük felaketler hakkında ortak akılda kalan söylenceler daha keyiflidir oysa. Çok ileri bir uygarlık, büyük yaratıcının gazabına uğrayıp denizin dibine batmıştır. Tufandan kurtulanlar ise şimdiki uygarlığı kuran atalarıdır.

En Güvenilir Bilgi Saklama Aygıtı...

Tarihi kayıt altında tutan ve bunu sonraki nesillere ulaştırmayı becerecek insan temsilcileri büyük bir iş başarmış olacaklardır. Kitaplar, taşlara kazınmış kitabeler, plaklar, cdler, sabit diskler ve benzerleri (günümüzde pek çoğu kısa sayılabilecek insan ömrü döngüsü içinde parladı ve yok oldu) insanlık tarihi boyunca bilgi koruma işini yapmayı becerdiğini ileri süren teknolojilerin icatları uzun ömürlü koruma ve saklama yapamadıkları için bir gün bunu yapmak yine bizim hafızalarımıza kalacaksa; iletilen bilgiler bozulmuş, değiştirilmiş, deforme olmuş olabilir. Ancak içlerinde az da olsa gerçek bilgi kırıntıları bulunabilir. Tıpkı Abant Turban Otelinin duvarında patlayan taşın arkasından, duvarda kalan iz gibi.



Bizden önce yaşamış ve burada olmamıza neden olmuş atalarımızı saygı ile anarak... (her kim ve neyseler).

Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...