30 Ağustos 2008 Cumartesi

30 Ağustos Zafer Bayramınız Kutlu Olsun

Öğrenim hayatım boyunca tarihi hiç sevmedim. Zaten ezberim de zayıf olduğundan bir türlü dökme bilgileri özümseyememişimdir. İngilizlerin güdümündeki Yunan askerlerinin Ankara'nın 60 kilometre kadar yakınına gelmiş olduklarını ve orada tepelendiklerini ise okul hayatım bitip de tarih ilgimi çekmeye başladıktan sonra anladım! Düşünsenize, az bir uğraş verse Yunanlılar Ankara'nın içine kadar gireceklermiş... Bu nedenle 30 Ağustos zafer bayramı gerçekten önemlidir. Bu bayrama neden olan zafer gerçekleşmemiş olsaydı şimdi ne durumda olurduk kim bilir? Hepimizin Zafer Bayramı kutlu olsun...

26 Ağustos 2008 Salı

Işınlama gerçek olsa!

Yetmişli yıllar. Tek kanallı televizyon yayınında Uzay Yolu dizisini bütün bir hafta bekledikten sonra soluk soluğa izlediğim zamanlar aklıma geldi. Dizide pek çok ilginç olay gerçekleşiyordu. Mesela hırrşşş diye aşılıp kapanan kapılar. Kibrit kutusu büyüklüğünde flip kapaklı telsiz cihazları. Fazer tabancaları. Işınlanma. Bazı aletler şimdiden hayatımıza girdi bile. Mesela kibrit kutusu kadar telsizler. Flip kapaklı telefonlar (tamam telefonun bu kadar küçülebileceği dizide yoktu ama flip kapak kesinlikle esinlenme nedeni olmuştur). Işınlanma meselesi hala gerçekleşmeyen bir konu. Hatta sonradan ortaya çıkan StarGate SG1 ve Atlantis dizilerinde bile olay dünya dışı akıllı canlıların teknolojisi olarak bilim kurguluğunu sürdürüyor. Gerçi bir iki kuantum ölçeğinde ışınlama başarısı elde edildi ve belki de daha büyük ölçekte materyallerin transferi bir gün gerçekleşebilir ama bu günden bakınca bir süre daha beklememiz gerekecek gibi görünüyor. Zaman zaman, "ışınlama mümkün olsaydı ne hoş olurdu" diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Düşünsenize, iş çıkışında kışın ortasında, dünyanın yazı yaşayan bir köşesinde deniz kenarında birkaç saat geçirip sonra da evinize dönüp yatıp uyumak mümkün olsa, şehirleşme ve kent yaşamı ile ilgili pek çok sorun ortadan kalkabilir. Ülke sınırları bir anda ortadan kalkabilir. Sabah Ege kıyılarındaki bir sahil kasabasındaki evinizde kahvaltınızı ettikten sonra Napoli'deki işimize ışınlanıp , öğle yemeğini Konya'da etli ekmekçide geçiştirip, Mısırda öğleden sonra toplantınızı yapıp, Kanarya adalarında denize girdikten sonra eve dönseniz İstanbul'da ya da Ankara'da yaşamak için bu kadar çaba harcar mıydınız? Sadece insanların mobilitesi değil, mal ve hizmetlerin mobilitesini düşünün. Dükkanınızda biten mallar için internetten siparişi vermeniz ve malların deponuza ulaşması ışık hızıyla gerçekleşse fena mı olur. Şüphesiz ekonomik düzen de köklü bir şekilde değişir böylece. Kara, deniz ve hava taşımacılığı diye birşey kalmaz. Ürünleri çok daha ucuza temin edebiliriz. Mallarımızı da çok daha kolay bir şekilde dünyanın istediğimiz yerine gönderebiliriz. İyi tarafları düşünmek keyifli oluyor da ya kötü amaçlarla kullanılırsa bu teknoloji? Evinize geliyorsunuz ve o da ne evin içindeki herşey ışınlanmış. Onu da geçtim ev yerinde yok!. Bir anda hayallerim yıkıldı. Tamam, ekmek bıçağıyla ekmek de kesilir insan da. Ama bu teknoloji ile yapılabilecek kötülüklerin de sınırı yok. Ekmek bıçaksız yapamadığımıza ve bu kadar bıçağı olması gerektiği gibi kullanmayı bir iki istisna dışında becerebildiğimize göre. Eskaza bu teknoloji gerçekleşirse onu da iyi yönde kullanmayı bir şekilde becerebiliriz diye kendimi avutarak bu yazıya son veriyorum. Kalın sağlıcakla.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Takıldık kaldık elektronik postalara....

Görsel: Sonsuzluğun Eşiğinde
1890 Vincent Van Gogh

Apartmanda posta kutularının yanında orta yaşı yeni bitirip erken emeklilik dönemine girdiği her halinden anlaşılan bir adam sandalyesini çekmiş oturuyor. Sakalları iki üç günlük kirli gri bir çene bandı takmış gibi duruyor. Alnındaki kırışıkları da ekleyince olduğundan beş on yaş daha yaşlı görünüyor.

Biraz tedirgin bir şekilde etrafını süzüyor, bir yandan da çizgili pijamasının oturmaktan çıkmış dizlerine sağ elinin orta ve işaret parmaklarını sıra ile vuruyor, ama ritmik değil aksine biraz da istemsiz ve huzursuz bir tıkırdama. Arada sırada yerinden kalkıp kendi dairesine ait olan 7 numaralı posta kutusunu yaklaşık bir düzine anahtarın şangırdayarak sallandığı anahtarlığının içindeki en küçük anahtarı kavrayarak açıyor ve içini kontrol edip kapağını kapatıp kilidini tekrar kilitleyip yerine oturuyor.

Aynı şehirde bir başka apartmanın 8. katındaki bir dairenin kapısı açılıyor. Kapıdan sabahlığı üzerinde tavşanlı terlikleri ayağında, saçında bigudilerle 19 yaşlarında topluca, orta boylu bir genç kız asansör kapısına doğru seğirtiyor. Çağır düğmesine basarken kırılan tırnağını sinirli sinirli sallayıp, sonra da emiyor. Bir yandan da geciken asansör için hayıflanıyor. Katın alaca karanlığı, resim taramaya yeni başlamış bir fotokopi makinesinin ışığı gibi yukarı çıkan asansörün etkisiyle yavaş yavaş aydınlanıyor. Hışımla açtığı asansörün kapısından içeri dalan gençkız ardından kapının kapanmasını bile beklemeden zemin kat düğmesine basarken bir yandan da ofluyor. Yavaş yavaş yukarı çıkıp kaybolan katları gözü ile takip ederken bir yandan da pofuduk tavşan terliklerinden sağ taraftakinin topuğuna basıp terliğinin yantarafını asansörün duvarına vurup duruyor. Birden zemin kata ulaşan asansör sert bir şekilde duruyor. Kapıyı elinin ayasıyla itip kendini dışarı atan kahramanımız sola doğru setirtip duvara adeta yapışık gibi duran eskimiş yüzlü metal posta kutularından kendisine ait olanı kullanılmaktan aşınmış anahtarıyla açıp içindekileri dışarı çıkartıveriyor.


Bir sürü fatura, bir süpermarketin kataloğu, lokantaların, sıhhi tesisatçının ve bir de böcek ilaç firmasının ilanları dikkatsiz bir kavrama nedeniyle yere saçılıveriyor. Her iki kahramanımız bu yukarıdaki anlattığım işi aynı gün içerisinde defalarca tekrarlıyor olsalar size biraz garip gelmez mi? İnsan ister istemez yukarıda anlatılan iki tipte, en azından takıntı düzeyinde bir bozukluk arar değil mi? Peki şimdi kendinizi düşünün elektronik postalarınızı aslında çok ta farklı olmayan bir yöntemle takip etmiyor musunuz? Üstelik gelen pek çok postanızda işinize yaramayacak bir çok çöp var. Hani söyle bir iki tanesi dostlarınızdan gelse dert değil. Gruplardan, spamcilerden, reklam gönderen düzgün firmalardan, faturalardan geçilmeyen posta kutunuzu 15 dakikada bir otomatik kontrol etmiyor musunuz gün boyu? Sanıyorum bu boyutu ile hayatımıza başka kötü alışkanlık eklediğimizin farkındasınızdır. Elektronik Posta Bağımlıları için bir terapi var mıdır bilmiyorum ama sanırım bu işin takıntı haline gelip gelmediğini anlamak için kendinize şunları sorabilirsiniz. Günde en az 2 kere hatta çok daha fazla e-posta kontrol ediyor musunuz? Tatilde bile ne yapıp edip elektronik postalarınıza göz atıyor musunuz? Yurt dışında bile olsanız illa bir hot spot veya internetcafe için zaman ayırıyor musunuz? Bilinen belli bir kalıcı hasarı olmasa bile bunun üzerine bir de sosyal ağların alışkanlığını da katacak olursak son derece ciddi bir zaman kaybınızın olduğunu söylemek mümkün. Üstelik kaybettiğiniz zaman hayatınızdan gidiyor... Deli olmayın, bırakın posta kutunuz dolup taşsın, birileri sizi sosyal ağlarda dürtüp dursun. Hayatınızı yaşamayı unutmayın! Kalın sağlıcakla...

Gerçek ve Hakikat

Hakikat kırılgandır ve kişiden kişiye değişir gerçekse nispeten daha sağlam bir kavramdır. Örneğin kapalıyken televizyonun kumandasının açma...